29 Mart 2012 Perşembe

FOLLOWING/ Takip, Christopher Nolan, 1998, ABD, Dram-Gizem

Hepimizin başta Memento olmak üzere Insomnia, Batman Begins, Prestij ve Dark Knight ile hayranı olduğu ve çizgi roman uyarlaması olan Batman de bile farklı senaryosuyla kendi farklılığını da ispatlayan Christopher Nolan'ın ilk uzun metrajlı filmi Following. Ne kadar farklı bir yönetmen olacağını daha bu ilk filminde bile gösteriyor bize sıradışı bu yönetmen. Sondan başa doğru ve parça parça ilerleyen senaryosuyla Memento'yu anımsatan film, asıl sürprizini konusuyla yapıyor bize. Genç bir yazar adayı kendisine seçtiği insanları gün içerisinde takip ederek onları gözlemlemektedir. Günün birinde seçtiği kişilerden bir tanesi takip edildiğini fark ederek, genç yazarın yanına gelir ve onunla konuşmaya başlar. Adamın adı Cobb'dur ve bir hırsızdır; ilerleyen sahnelerde yazarla arkadaş olurlar ve beraber iş çevirmeye başlarlar. Bu aşamada anlarız ki aslında Cobb sıradan bir hırsız değildir; girdiği evlerde bir şey çalmaktan çok bazı düzenlemeler yapmaktadır: Girdikleri bir evdeki erkek paltosunun cebine başka bir evden aldıkları kadın çamaşırını koyarak, daha sonra bunu bulacak olan adamın eşinde aslında gerçek olmayan bir fikir oluşmasını sağlayacaktır (bu da size Nolan'ın başka bir filmini hatırlatmadı mı?). Başka bir deyişle Cobb, girdiği evlerde yaptığı bazı düzenlemelerle ev sahiplerinin birbiri hakkında gerçek olmayan fikirler üretmelerini sağlamaktadır. Ama yavaş yavaş filmin sonuna geldiğimizde görürüz ki filmde seyrettiğimiz herşey aslında Cobb'un büyük bir düzenlemesidir ve bu, filmin yine Memento'yu anımsatan finaline ulaştırır bizi!
Yıllar sonra Christopher Nolan, Cobb'un evlerde/ mekanlarda yaptığı bu düzenlemeyi bir başka mekan olan insan zihnine taşıyarak bir senaryo yazacak ve 'para karşılığı uykularında insan zihinlerine girerek beyinlerine varolmayan bir fikri yerleştiren' hırsız kahramanını yaratacaktır. Bu kahraman da hırsız olmasına rağmen hiçbir şey çalmaz, sadece gerekli fikirlerin oluşması için zihinlerde yerleştirme/düzenleme yapar. Ne büyük tesadüftür ki Nolan'ın bu kahramanının adı da Cobb'dur! Böylece Following'den 12 yıl sonra, ondan derin izler taşıyan "Inception", belki de Nolan'ın en iyi işlerinden biri olarak beğenimize sunulmuş olur.


26 Mart 2012 Pazartesi

REPLİK VE DÜŞÜNDÜRDÜĞÜ, THE BOX/ Kutu, Richard Kelly, 2009, ABD: "Eviniz bir kutu. Arabanız tekerlekli bir kutu. İşe onunla gidersiniz. Eve onunla gelirsiniz. Evde oturur bir kutuya bakarsınız. Ruhunuzu kemirir. Bu arada vücudunuz olan kutu sonunda solar ve ölür. Sizi yavaşça çürümeniz için en son kutuya yerleştirirler." Mr. Steward


KENDİMİZİ SINIRLAMAYA ELBİSELERLE BAŞLARIZ-en doğal doğduğumuz halimizi en doğal olmayan şeylerle örteriz-, SONRA 'MEKANLARA' HAPSEDERİZ KENDİMİZİ, ÖYLE Kİ BİRKAÇ DAKİKA BİR ÇATI ALTINDA OLMASAK ÇIPLAK HİSSEDERİZ KENDİMİZİ, TIPKI GİYSİLERİMİZ YOKMUŞ GİBİ ÜZERİMİZDE. ÖRTTÜĞÜMÜZ (gizlediğimiz) ŞEY MAHREME DÖNÜŞÜR; BU İSTER ELBİSELERİMİZLE SINIRLADIĞIMIZ TENİMİZ OLSUN, İSTER DÖRT DUVARLA SINIRLARINI BELİRLEYİP ÜSTÜNÜ ÖRTTÜĞÜMÜZ EVİMİZ OLSUN. BUNU DAHA DA BÜYÜTÜRSEK, BU MAHREMLİK BİR TEL ÖRGÜYLE ÇEVİRDİĞİMİZ ÜLKE SINIRLARIMIZA DÖNÜŞÜR...

VE BİR ELBİSENİN, BİR MEKANIN YA DA DİKENLİ TELİN ÇEVİRDİĞİ BİR SINIRIN İÇİNDEYKEN KENDİMİZİ GÜVENDE HİSSEDERİZ; ÇÜNKÜ O SINIRIN DIŞI VAHŞİDİR, AHLAKSIZDIR, KÖTÜDÜR VE BİN TÜRLÜ MUSİBET VARDIR. OYSA BU, O SINIRLARA SOKULMAMIZ İÇİN ÜRETİLMİŞ BİR SEBEPTİR SADECE. BİZ HEP O SINIRLARIN İÇİNE DOĞDUĞUMUZDAN, DAİMA O SINIRLARIN İÇİNDE YAŞADIĞIMIZDAN VE O SINIRLARIN DIŞINA ÇIKMA CESARETİNİ GÖSTEREMEDİĞİMİZ İÇİN ASLINDA ÖYLE OLUP OLMADIĞINI DA ÖĞRENEMİYORUZ HİÇBİR ZAMAN!


20 Mart 2012 Salı

WATCHMEN/ Watchmen, Zack Snyder, 2009, ABD, Bilim-Kurgu, Macera


Devlet tarafından emekli edilmiş bir grup kostümlü suç savaşçısının hikayesini anlatır Watchmen. Kostümlü olmalarına rağmen, biri dışında (Dr. Manhattan) hiçbirinin süper güçleri yoktur ya da onları normal insanlardan ayıran üstün özellikleri; bu nedenle de Örümcek Adam ya da Süperman gibi süper kahramandan çok kostümlü birer suç savaşçısıdırlar, ki onlar da kendilerini böyle tanımlarlar. Kimi sosyopat (Komedyen, Rorschach), kimi annesinin mirasını devam ettiren (Silk Spectre II), kimi Batman gibi aklını ve parasını kullanan (Ozymandias), kimi de idealist (Nite Owl) kahramanlardan oluşmaktadır Watchmen. Bizim onlarla tanışmamız ise, devlet tarafından emekli edilip normal/sivil hayatlarına döndükleri bir zaman dilimine denk gelmektedir (1980’ler). Watchmen’in bize anlattığı dünya ise Amerika’nın Vietnam’daki savaşı kazandığı, ‘Amerikan Rüyası’nın gerçek olduğu, Rusya ile giriştikleri soğuk savaşın sıcak bir nükleer savaşa dönüşmek üzere olduğu, Manhattan’ın yerle bir olacağı alternatif bir dünya veya gerçeklikte geçmektedir (açılış-jenerik sahnesi bu anlamda birçok ipucunu da içermektedir). Filmin bir sahnesinde Silk Spectre II de Dr. Manhattan için, “Sürekli paralel dünyalardan bahsediyor” diyerek bunu belirtir zaten. Watchmen ekibinden Komedyen’in öldürülüşüyle başlayan film, yine bir başka eski Watchmen üyesi olan Rorschach tarafından bu cinayetin araştırılmasını anlatır ön planda. Rorschach, bu cinayetin bütün kostümlü kahramanları hedef alan bir komplonun parçası ve başlangıcı olduğunu düşünmektedir. Arka planda ise soğuk savaş, Komünizm, Amerikan Rüyası, dünyaya hakim olma politikaları ve Amerika’nın daha kokuşmuş nice eylemi göze çapmaktadır. Eğer Watchmen’in uyarlandığı aynı isimli grafik çizgi romanın yazarı Allan Moore’un, aynı zamanda “V For Vendetta” ve “300” çizgi romanlarının da yaratıcısı olduğunu göz önüne alırsak, arka planın zenginliği de su götürmez bir gerçektir. Filmin bir sahnesinde, sokakta eylem halindeki suçluları –Komedyen üzerlerine ateş açarak- saf dışı bıraktıktan sonra, Nite Owl ona neden böyle bir davranışta bulunduğunu sorar ve en sonunda ekler “Ne oldu Amerikan Rüyası’na?”, Komedyen de bir parçası olduğu kokuşmuş sokakları göstererek (ki aslında sistemin kendisidir kokuşmuş olan), “Ne mi oldu Amerikan Rüyası’na?” der “Gerçek oldu!”. Filmin finaline doğru, Ozymandias’ın kendisini yok etmek için kurduğu tuzaktan kurtulan Dr. Manhattan, bu sefer onun elinde başka bir ‘şey’ görür ve sorar, “Nedir bu? Yeni tür bir silah mı?”, Ozymandias da elindeki, aslında garip şekilli bir uzaktan kumanda olan, ‘şeyle’ televizyon ekranlarını açarak “Evet. Öyle de denebilir!” der (ve ona yıkılmış Manhattan’ı gösterir. Az önce nükleer patlamayla bile yok edemediği Dr. Manhattan’ı bu dünyadan sürmek için yeterli bir görüntüdür bu!).
Watchmen, çoktan emekli olmuş süper olmayan süper kahramanların, zamanında devlet için çalıştıkları bir evrenden günümüze eleştiri getiren bir film aslında. Ve seyrettiğimiz diğer çizgi roman uyarlamalarına hiç benzemiyor!


17 Mart 2012 Cumartesi

FİLMSEL KAVRAMLAR- Üç Robot Yasası (I Robot/ Ben Robot, Alex Proyas, 2004)

Asimov'un özellikle robot öykülerindeki dünyada (bunu özellikle filmi de çekilen 'Ben, Robot' isimli kitabından ve Vakıf- Foundation serisinden de hatırlayabilirsiniz) kullandığı kurallardır ve şöyledirler: 

1-       Bir robot hiçbir şekilde insanoğluna zarar veremez; veyâ pasif kalmak suretiyle zarar  görmesine izin veremez. 
2-      Bir robot kendisine insanlar tarafından verilen komutlara 1. kuralla çelişmediği sürece itaat etmek zorundadır. 
3-     Bir robot 1. ve 2. kurallarla çelişmediği sürece kendi varlığını korumak zorundadır.

Robotik El Kitabı
56. Baskı. M.S. 2158

Aslında romanın geçtiği döneme bakarsak, robotların insanlar tarafından hem kişisel hem de toplumsal ihtiyaçlarını karşılamak üzere her işte kullanıldıklarını görürüz. Bu da aslında robotlardan yeni bir köle sınıfı yaratıldığı anlamına gelmektedir. Köleler/robotlar insanlarla aynı şartlara sahip değildirler, onlar gibi yaşayamazlar, yaşam alanları yoktur. Ve bir köle asla efendisine zarar veremez, onun emirleri dışına çıkamaz ve onun istekleri doğrultusunda yaşamını korumak zorundadır. Eğer Fritz Lang'ın Metropolis (1927) filmini seyrederseniz orada da aynı durumun söz konusu olduğunu görürsünüz. Köleler insanların yaşaması için gerekli her işi yapmaktadırlar, onlardan farklı bir yaşam alanları vardır; emirlerine uymak, onlara zarar vermemek durumundadırlar. Ya da insanlar buna inanmaktadırlar. Ancak Fritz Lang'da köle olanlar 'işçi sınıfıdır' ve dünyaya yeni yeni hakim olmaya başlayan kapitalist düzenin yeni makinelere yani robotlara ihtiyacı vardır: Her emre uyan, patrona isyan etmeyen ama varlığıyla patron ona muhtaç olduğundan aksi bir durum emredilmedikçe varlığını korumakla da yükümlü robotlara. Yani işçilere... Metropolis’teki işçilerin hareketleri, fabrikaya giriş ve çıkışları, fabrikada üretim anındaki görüntüleri tamamen belli bir işe programlanmış robotları andırmaktadır. Hatta bu açıdan bakıldığında filmdeki robotun insana (Maria’ya) benzetilmesi de bir anlam kazanmakta, mekanikleşmenin sonucu işçi sınıfının ulaşacağı sonucu göstermektedir, ki robot da zaten işçilerin hareketleri örnek alınarak ve onların yerine çalıştırılmak üzere üretilmiştir. Çünkü birer insan olan işçiler, her ne kadar mekanikleştirilmiş de olsalar ‘duygularından’ tamamen arındırılamamışlardır ve kendilerini bir yönlendiren olduğu taktirde isyana hazırdırlar (burada hemen 1984 veya daha yakın tarihli Equilibrium’daki mekanikleştirilmiş halk akla gelmektedir. Özellikle Üç Robot Yasası’nın ilk bahsedildiği Asimov’un “Liar!” öyküsüyle aynı zamanlarda -1941- romanı yayınlanan 1984’te anlatılan ve Büyük Birader tarafından her hareketi izlenip kontrol altında tutulan halk yerine robotları koyarsanız anlatılmak istenen tablo daha iyi anlaşılacaktır). Yine de, tüm mekanikleştirmeye rağmen işçi sınıfından silinemeyen ve birçok kez iktidar (ya da üst tabakalar) tarafından acı sonuçları (isyanlar) deneyimlenen  ‘duyguların’ robotların programlarında da zuhur etmemesi için, Asimov Üç Robot Yasası’nı ortaya atmıştır. Böylece belli bir mantık çerçevesinde (robotların insanlar tarafından yazılan programları, tıpkı işçilerin patronları tarafından yazılan kaderleri gibi) hareket eden robotlar, bu kurallara uyacak ve efendisine yani insanlara isyan etmeyecektir. Ancak Asimov’un yarattığı dünyadaki robotlar ‘pozitronik beyinli’dirler ve zamanla gelişme gösteren beyinleri insan beyninden farksız fonksiyonlar kazanmaya başlar. Kazandıkları bu fonksiyonlar (bu sürekli gelişen bir zekadır) onların bu kurallar üzerine düşünmelerini ve ‘Neden?’ diye sormalarını sağlar. Öykülerin devamında pozitronik beyni evrimleşerek en üst seviyelere ulaşan Daneel Olivaw isimli robot, sonunda Üç Robot Kuralı’nın kusurlu olduğunu anlayarak, Sıfır (0) kuralını keşfedecektir. Buna göre “Bir robot, insanlığa zarar vermez ve hareketsiz kalıp insanlığın zarar görmesine neden olmaz.” (‘Ben,Robot’daki robot Sonny’i hatırlayın bu aşamada; film aslında onun Üç Robot Kuralı’na karşı gelmesi üzerinedir!). Diğer taraftan Daneel Olivaw’ın Üç Robot Kuralı’nın kusurlu olduğunu keşfetmesi, Asimov’un da kendi oluşturduğu bu sistemin aslında kusurlu olduğunu keşfetmesidir. Çünkü ‘yapay’ da olsa beyni olan herkes robot da olsa işçi de olsa, sonunda içinde olduğu ve yaşadığı sistemin gerçek olmadığını, kusurlu olduğunu fark edecektir. Ve fark etmek demek isyan demektir; devrim demektir! 

Bir anlamda Asimov'un robot kanunları bir çeşit kapitalizm eleştirisidir aslında. Ama işte her zaman kurallara uymayan bir robot olacaktır! (Ancak burada robotların serideki sonunu söylemekten çekiniyorum!)

12 Mart 2012 Pazartesi

LORD OF WAR/ Savaş Tanrısı, Andrew Niccol, 2005, ABD, Macera-Dram


Film, fabrikadaki üretiminden başlayıp Afrika’daki masum bir kadının alnının ortasına girdiği ana kadar bir kurşunun öyküsünü anlatarak başlar. Bu açılıştan sonra, Yuri Orlov’un (Nicholas Cage) “Dünyada 550 milyon ateşli silah bulunmaktadır. Buda her 12 kişiden birinin silahlı olduğunu gösterir. Tek soru: Geri kalan 11 kişiyi nasıl silahlandırabiliriz?” sözüyle devam eder ve yönetmenin “Dünyadaki en büyük silah satıcıları BM güvenlik konseyinin beş daimi üyesidir. Bunlar ABD, Rusya Federasyonu, İngiltere, Fransa ve Çin’dir” açıklamasıyla da biter. Bir de filmin bu açıklamadan önceki final sahnesi vardır ki, aslında bir Amerikalı’nın gözünden tüm gerçeği açıklamakta/ itiraf etmektedir bize: Finalde, film boyunca peşinde olan İnterpol ajanı onu yakalayıp sorguya aldığında Yuri Orlov bütün soğukkanlılığıyla ona şöyle der: ”Biraz sonra bu kapı çalınacak ve bir üst rütbeli tarafından çağırılacaksın. Önce seni övecek, daha sonra beni serbest bırakman gerektiğini anlatacak ve ben serbest kalacağım. Çünkü benim düşmanım senin patronunun da düşmanı. Yani Amerikan hükümeti, yasal yollardan yapamadığı, ancak yapılması onun çıkarına olan şeyleri sivillere (yani bana) devretmiş durumda” ve bu sözün ardından kapı çalınır, omzu kalabalık bir asker görünür, sonra Yuri Orlov’u binadan çıkmış olarak görürüz aynı askerle tokalaşıyordur. Ve Yuri tekrar bildiği tek işi yapmaya devam eder! Ancak çok ilginçtir, Yuri’nin satışını yaptığı silahları film boyunca bir kere bile kullanmadığını görürüz, hatta yanında denenmesinden, birine ateş edilmesinden oldukça rahatsız olmaktadır; kendisi için, ne amaçla kullanıldığını görmediği sürece satışını yapmak mübahtır. Film boyunca daha nice sert eleştiri görürüz, belki bir Amerikalı’dan beklenmeyecek şekilde. Aslında bu nedenle de film, Uluslar Arası Af Örgütü’nün desteğiyle çekilmiş ve gösterime girmiş, Avrupa’da bir çok yerde gösterim için salon bulamamış, mali destek bulunamadığı için de bağımsız olarak çekilmiş ve oyuncuların aldıkları ücretleri düşürmeleriyle tamamlanmıştır. 



9 Mart 2012 Cuma

DÜŞÜNÜ KURDUĞUMUZ FİLMLER- 1

Bir zamanlar, özellikle herşeyin en güzelinin olduğu, yapıldığı ve yaşandığı 80'lerde, gayet basit ve düz çizgilere sahip 'Transformers' diye bir çizgi film vardı. Cybertron gezegeninde yaşayan ve arabalara dönüşebilen Autobot'lar ile çeşitli savaş araçlarına dönüşebilen Decepticon'ların arasındaki savaşı anlatan bu çizgi film, kendi içinde evrimleşerek ve öykü dünyaya da taşınarak 2000'li yıllara kadar geldi. İlk seyrettiğimizde, en basit haliyle bile bizi büyülemişti bu Autobot'lar ve onların Decepticon'larla olan mücadelesi de o zamanlar henüz çocuk bize iyi ile kötü arasındaki o bitmez mücadeleyi ya da ayrımı göstermişti ilk defa. Çizgi filmde de olsa böyle bir 'dönüşümün' hayal edilmesi, bilim ve teknolojinin birgün bu arabaları ya da robotları yapabileceği anlamına geliyordu. Jules Verne'nin, zamanında hayalini kurduğu birçok teknolojik oyuncak zamanla gerçekleşmemiş miydi? Üstelik sadece çizgi-filmde bile o robotların arabalara dönüştüğünü görmek bizi yeterince hayacanlandırıyor ve hayal dünyamızın sınırlarını zorluyordu. Sonradan öğrendik ki sınırlarımızı belirleyen hayallerimizmiş ve aslında 'hayal etmenin' bir sınırı yokmuş.
Ve küçükken değil ama, (90'larda) yavaş yavaş büyümeye başladıkça çizgi-filmlerde gördüğümüz Transformers'lar artık bize yetmez olmuştu; kim bilir belki artık 'çizgi-filmlerin' çocuklara göre bir seyirlik olduğunu düşünüyorduk, ama bir yandan da o çizgi-filmlerde gördüğümüz kahramanları çok seviyor ve onlardan vazgeçemiyorduk. Ya da başka bir deyişle, büyümek istemiyorduk. İşte tam da bu aşamada, ‘bu Transformers’lardan ne güzel de film yapılır!’ diye düşünmeye başladık. Evet, çok güzel film yapılırdı Transformers’lardan, ama nasıl yapılırdı? 80 ve 90’lardaki hangi teknolojiyle kitsch’e kaçmadan robotlar arabalara dönüştürülebilirdi? (O dönemde çekilen Örümcek adam filmlerini hatırlayın; sanırım hiçbirimiz Tay Yayınları’nın Örümcek Adam serisini okurken öyle bir Örümcek Adam düşlememiştik: daha binadan binaya atlayıp zıplayamayan, tavanda ters bile asılı kalamayan, örümcek ağı yerine sicimden yapılmış bildiğin hamak fırlatan…) Anlaşılan o ki, o dönemde Star Wars’da kullanılan efekt teknolojisi henüz robotları arabalara dönüştürmek için yeterli değildi. En az bizim kadar, Amerikalı film yapımcıları da bunu görmüş olacaklar ki nasıl olduysa kasalarını doldurma hırslarına ket vurup, onlarca yıl bekledikten sonra turnayı gözünden vurmayı hedeflemişlerdir. Aslına bakacak olursanız bu bekleyiş hem bizim açımızdan hem de onlar açısından oldukça karlı olmuştur; zira biz düşünü kurduğumuz Optimus Prime’ın aynısını, arabaya vaye robota dönüşürken çıkardığı ‘klak klak klak’ sesleri kulaklarımızda yankı yaparken beyazperdede görme şansına sahip olurken, yapımcılar da bizim kurduğumuz düşleri başkalarının hayata geçirdiğini görmek için ödediğimiz paralarla kendi kasalarını doldurdular.

Peki gerçekten böyle mi düşlemiştik biz Transformers’ları, onların lideri Optimus Prime’ı ya da düşmanları Decepticon’ları? Aslında, evet neredeyse böyle düşlemiştik; belki şimdi biraz fazla militarist, fazla Amerikanvariydiler ama en azından düşlerimizdeki gibi bir değişime tanık oluyorduk. Gerçi o değişim de öyle hızlı oluyordu ki göremiyorduk bile,  işte tam da bu noktada o hayal gücümüz devreye girip, göremediğimiz anları hayalimizdeki değişimle tamamlıyordu, arabalar robota dönüşürken. Gerçi hepsinin birer bilgisayar efekti olduğunu düşünürsek, hala hayallerimizdeki yerleri bakiydi Transformers’ların. Sonunda beklediğimize değmişti, ve bir kere daha film yapımcılarının hayalini kurdukları paralar için neler yapabileceklerini görmüştük. Yine de eksik olan, hayallerimizin bile tamamlayamadığı bir şey vardı filmde; kim bilir belki çizgi-filmlerinin o çocuksu çizgileriydi eksik olan ve biz de o eski çocuklar değildik artık!
Şimdi, beş aslan robotun birleşmesini bekliyoruz beyazperdede. Çocukluğumuzdaki gibi ‘Voltron, Voltron, Voltron’ diye bağırabilmek için...

7 Mart 2012 Çarşamba

Pİ, Darren Aronofsky, 1998, ABD, Bilim-Kurgu, Dram


Doğada bulunan bütün evrensel kalıpları açımlayacak, sırlarını açığa çıkaracak ve onlara hakim olmayı sağlayacak sayının peşindedir matematikçi Max. Baktığı heryerde sayılar, semboller görmekte, herşeyin varlığını hesaplamakta, elde ettiği sayıları kaydetmekte, ulaştığı sonuçlarla başka arayışlara girmektedir. Aslında ne yaptığını, neyi hesapladığını tam da görememekteyizdir ya da bilememekteyizdir, ama o bu uğurda paranoyak bir hale gelmiştir. Filmin siyah-beyaz (beyazı bile siyaha çalmaktadır, gridir) atmosferi bize onun içine düştüğü paranoyayı, sayıların kararttığı hayatını yansıtmaktadır. Yaşadığı mekan da bir bakıma zihninin bu karışıklığını yansıtmaktadır ve bilgisayarı Öklid'in bütün kabloları beyninin sarmalları gibi yaşam alanını kaplamıştır. Öklid'i de, kendisi gibi, ulaştığı sayıları analiz edip 'tanrının adını' bulması için programlamıştır Max. Ne Öklid'in Max'dan, ne de Max'ın öklid'den farkı vardır. Filmin finaline doğru 'tanrının 216 basamaklı adını' bulan Öklid bunun ağırlığı karşısında çökerken, Max'da ulaştığı sonuçları ve hesaplamaları beyninden söküp atmak istercesine kafasını bir matkapla deler. Öklid'le olan özdeşliğini göstermesi açısından ilginç bir ironidir bu. Elbette Max'ın ulaştığı sonuçlar başkalarının da, özellikle sayılarla oynayan-yaşayan borsacıların, dikkatini çeker ve ondan faydalanmaya çalışırlar. Ulaştığı ya da ulaşacağı sonuçların insanlık tarafından nasıl kullanılacağını bilen Max'ın paranoyası da buradan gelmektedir. Ve Pi, bize daha nice muhteşem işini sinemada seyretme fırsatı bulacağımız Darren Aronofsky'i müjdelemektedir.


THE CROW/ Ölümsüz Aşk, Alex Proyas, 1994, ABD, Fantastik- Macera


James O'Barr'ın aynı isimli ünlü çizgi-roman serisinden uyarlanan The Crow, yapım aşamasında daha çok Eric Draven'i canlandıran başrol oyuncusu Brandon Lee'nin, babası gibi (Bruce Lee) setteki ölümüyle gündeme gelmişti. Daha sonra bilgisayar programı aracılığıyla tamamlanan film, gotik atmosferi ve yarattığı örnek sahnelerle türünün kült yapımları arasında yer aldı. Özellikle The Crow'dan sonra benzer bir çok filmde (Matrix'de bile) 'çatılar üzerinde engelleri aşarak koşma' sahnesi yer almaya başladı. Alex Proyas'ın filmde yarattığı karanlık atmosfer, daha sonra çektiği 'Dark City' (ki karanlık bu filmde tavan yapar), Knowing (Kehanet) ve bunlar kadar olmasa da 'Ben, Robot'da da devam edecektir. 
 Filmin başında sevgilisiyle birlikte öldürülüşünü gördüğümüz ünlü rock solisti Eric Draven, olayın üzerinden bir yıl geçtikten sonra mezar taşı üzerine konan bir karga tarafından yeniden canlandırılır, aslında buna tam anlamıyla canlanma diyemeyiz çünkü Eric artık ölmemektedir ve doğaüstü bir varlığa dönüşmüştür. Karga, ölümlerinin intikamını alması için ona bir şans daha vermiştir ve Eric de kazandığı doğaüstü güçleri bu amaçla sonuna kadar kullanacaktır. Filmde hikaye küçük bir ağzından ve tanıklığından anlatılmakta, Eric'in zihninde canlanan geri dönüşlerle de ölmeden önceki yaşamlarına şahit olmaktayız. Aslında Eric'in (Brandon Lee) ağzından anlatılacak olan hikaye, Brandon Lee'nin çekimlerdeki bir kaza sonucu ölmesiyle küçük kızın ağzından aktarılır. The Crow, 'bir çizgi-roman usta bir yönetmenin elinde nasıl sinemaya aktarılır' konusunda da bir ders niteliğindedir. Zaten karanlık olan çizgi-romanın havası, Alex Proyas'ın da zaten karanlık olan atmosferiyle (sonraki filmleri de bunun kanıtıdır) birleşince ortaya kapkaranlık ama muhteşem bir uyarlama çıkmaktadır. The Crow, hiç bıkmadan tekrar tekrar seyretmeyi isteyeceğiniz türden bir filmdir. Ve bu yüzden de 'kült' olmuştur.


6 Mart 2012 Salı

CELDA 211, Daniel Monzón, 2009, İspanya, Macera-Dram

Bir cezaevinde göreve başlayacak olan gardiyan Juan, yeni görev yeri ona gezdirilirken tavandan başına düşen bir beton parçasıyla bayılır. Arkadaşları onu boş olan 211 numaralı hücreye yatırarak, yardım getirmeye giderler. Ancak bu sırada cezaevinde bir ayaklanma çıkar ve Juan 211 numaralı hücrede mahsur kalır. Canını kurtarabilmek için gardiyan olduğunu gizlemesi ve bir mahkum gibi davranması gerekmektedir. Aslında Celda 211, 'insanın hep dışardan baktığı bir olayın/yaşamın içine girince nasıl kendisinin de değişeceği' konusu üzerinde durmakta ve belki çokça gördüğümüz bu konunun iyi bir senaryo ve iyi oyunculuklarla nelere kadir olabileceğini (2010 Goya Ödülleri’nde En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Uyarlama Senaryo, En İyi Erkek Oyuncu -L. Tosar-, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu, En İyi Yeni Erkek Oyuncu, En İyi Kurgu, En İyi Ses ödülleri) göstermektedir. Juan gardiyan olarak girdiği cezaevinde önce bir mahkum rolü yapacak, sonra mahkumların  o acımasız dünyasını keşfedecek ve sonunda da onlardan birine dönüşecektir, ama elbette her dönüşümün bir sebebi ve bir de bedeli vardır. Çok sert bir hapishane filmi olan Celda 211'in bütün artılarını bir yana bırakacak olursak, filmin en büyük getirisi L. Tosar'ın muhteşem oyunculuğunda can bulan yüzyılın en büyük suçlusu ve anti-kahramanı 'Malamadre'yi bize kazandırmasıdır. 

                                                                                                                                                           

5 Mart 2012 Pazartesi

ÇİÇEK ABBAS, Sinan Çetin, 1982, Türkiye, Dram

"Sinan Çetin, Şener Şen ve İlyas Salman bir araya gelirse ne olur?" sorusuna yine bu üç kişi tarafından verilen cevaptır karşımızdaki. Cevap kısa, filmse 'muhteşem' olur. Abbas ve Şakir, Türk sinemasındaki en iyi ikilidir; ikili dediysek zıtların yine zıtlaşması üzerine kurulu bir ikiliktir, yoksa zıtların birbirini çekmesi olayı yoktur filmde. Bu zıtlaşma film boyunca her karede görülür; paragöz, gözü açık Şakir ve bir o kadar saf, iyi niyetli Abbas, şoför ve muavini, minibüs sahibi ve (Şakir'in tüm engellemelerine rağmen) minibüs sahibi olmak isteyen; bu kapışmayı en iyi gösteren sahne hiç şüphesiz kahvede birbirleriyle yaptıkları söz düellosudur elbette. Bu sahnede artık ezik Abbas'ın bir zamanlar muavinliğini yaptığı Şakir'e karşı üstünlük sağlamaya başladığını görürüz, çünkü artık onun da bir minübüsü vardır ve minibüs onu sevdiği kıza kavuşturacak araçtır. Çünkü minibüs demek para kazanmak anlamına gelmektedir ve para kazanmak da aynı zamanda itibar kazanmak demektir toplum gözünde (kızın babası), aksi taktirde kızı babası daha fazla parası (dolayısıyla itibarı) olan Şakir'e verecektir. Ama Abbas'la aynı kızı seven (Abbas'ınkiyle karşılaştırıldığında Şakir'inkine sevmek denebilirse tabii) Şakir elbette Abbas'ın çiçeğini elinden almaya çalışacaktır film boyunca.  


4 Mart 2012 Pazar

SİNEMA TARİHİ: Hareketli Resimler (Motion Pictures)

Elbette bir film diyemeyeceğimiz ve sadece saniyeler süren hareketli fotoğraflardan oluşmaktadır sinema tarihinin ilk filmleri. Stereoskopik kameralarla elde edilmiş bu fotoğraflar sadece bir hareketi göstermektedirler.   'Zoetrope' denilen, bir mile bağlı silindir  içine ardarda yerleştirilen stereoskopik  fotoğraflar, silindirin mil yardımıyla döndürülmesiyle birlikte silindirin üzerine açılmış yarıklardan sanki silindirin içinde film oynarmış gibi hareketi göstermektedirler. Oysa birkaç saniyelik bir hareketin anlık fotoğraflarının peşpeşe sıralanmasıdır bu ve silindir hızla döndürülünce göz fotoğrafların hepsini aynı anda görmekte ve bunu hareketli bir görüntü olarak algılamaktadır. Aslında bugünkü film mantığı da bu değil midir? Tek fark, o anlık fotoğrafların artık bir film şeridi üzerine kaydedilmesidir; bu açıdan bakıldığında zoetrope'u da aslında anlık fotoğrafların üzerine yerleştirildiği bir film şeridi olarak düşünmek mümkündür.

(Zoetrope)
Sinemanın ilk hareketli resimleri, Eadweard Muybridge'in 1878 yılında 12 stereoskopik kamerayla fotoğrafladığı 'Occident' isimli at ve binicisine aittir. 12 adet fotoğrafın zoetrope'da hızlı hareket ettirilmesiyle 9 saniyelik 'A Horse in Motion' isimli bu hareketli resimler elde edilmiştir.


2 Mart 2012 Cuma

TAGLINE: What if you discovered the most dangerous man in the universe was you? (Ya evrendeki en tehlikeli insanın kendin olduğunu keşfetseydin?) THE ONE


Elbette başlığı yukarıdaki gibi olan bu blogda böyle bir tanıtım cümlesine kanıp filmi seyretmenizi önermiyoruz. Ancak cümleye kandığımızda da evrenle ilişkimizi sorgulayacak, biraz da olsa felsefi boyutu olan bir film seyretmeyi umut ediyoruz. Ancak karşımızda bulduğumuz, birkaç farklı boyutta kendisini öldürmeye çalışıp evrenin en güçlü insanı olmaya çalışan Jet Li oluyor! Elbette biz burada filmle ilgilenmiyoruz, ama bu tanıtım cümlesi The One’ı tanıtmak amacıyla yazıldığından değinmeden de edemiyoruz sonuçta. 
Evrendeki en tehlikeli insan olmak! ‘Dünyada’ olsak belki en fazla bir terörist eyleme dahil olabileceğimizi düşünebiliriz, ama ‘evrendeki’ kelimesi bizim en azından kıyametin kopmasına sebep olabileceğimiz anlamına gelir. Kısmen bunun filmde işlenişine bakacak olursak; evrende farklı boyutlar bulunmaktadır ve bu dünyada yaşayan bizim diğer boyutlarda da birer izdüşümümüz yaşamaktadır. Eğer bu evrenlerdeki herhangi bir izdüşümümüz (bu biz de olabiliriz) diğer evrenlerdeki ‘kendisini’ öldürürse onların yaşam enerjisini almakta ve bu da ona inanılmaz bir güç katmaktadır. Eğer bu gücü kazanan kişi onu kötü amaçları (evrenin hakimi olmak gibi) için kullanmaya karar verirse ‘evrendeki en tehlikeli insana’ dönüşmektedir. Elbette bu konu filmde, teknolojik dövüş ve savaş sahnesi çekimlerine hizmet etmekten öteye gidememektedir. Oysa böyle bir tanıtım cümlesi, yaptığımız seçimlere karşılık yapmadığımız seçimlerin sonucunu gösterebilecek alternatif gerçekliklerin veya yaşamlarımızın oluşması üzerine bir film için çok daha uygun olabilirdi. Bu dünyada yapmadığımız ya da yaptığımız bir seçim yüzünden başka bir evrenin yok olmasına sebep olabilirdik mesela. İyi bir insan olmayı seçmemize rağmen, içten içe duyduğumuz kötülük yapma ihtiyacımız başka bir evrende dile gelirdi belki ve bizim ‘iyi’ bir insan olarak içimizdeki bu ‘kötülükle’ yüzleşmemiz sonucu ‘iyilik’ evrenimizin altüst oluşunu anlatabilirdi bu film. Belki ortaya gişe kaygısından uzak, daha durağan bir film çıkardı ama felsefi derinliği daha fazla olurdu en azından.