27 Nisan 2012 Cuma

GELECEK PROGRAM: EKÜMENOPOLİS: UCU OLMAYAN ŞEHİR/ Ecumenopolis: City Without Limits, İmre Azem, 2011, Türkiye-Almanya, Belgesel


2011 yapımı olmasına rağmen, 4 Mayıs 2012 tarihinde gösterime girecek bir belgesel var karşımızda. Açıkçası birkaç gün öncesine kadar benim de haberim yoktu ve aldığı bunca ödüle rağmen (henüz) çok da bilinen bir eser değil. Aslında neden bir yıldır duymadığımızı bu belgeseli hem trailer hem de fragmanda geçen üç-beş cümleden anlamak mümkün: "Dünya bankası dedi ki bize: Siz en az bir kentinizi ya da iki kentinizi metropolleştireceksiniz." (metropolleştireceksiniz, yani parayı oraya akıtıp heryeri betonarme binalarla çevireceksiniz, yollar ve köprülerle kuşatacaksınız, nüfusunuzun %20'sini bu şehirlere yığacaksınız ve bu nüfusta da arasında uçurumlar olan sınıf farkları yaratacaksınız, en alttaki en üsttekine imrenerek bakacak, en üstteki de en alttakine iğrenerek bakacak), "TOKİ kentleri sınıfsal olarak ayrıştırıyor." (yani TOKİ bir yanda dar gelirli için konut yaparken, bir yanda da yüksek gelirli için yüzme havuzlu, lüks daireler yapacak, ki bunu yapıyorlar zaten). Yapyıkları bir başka şey de yol ve köprüler, çünkü (yine trailer'dan bir alıntıyla) "Bir yere yol götürürseniz o yol oraya yerleşmeyi çağırır." (yerleşmeyi çağırır yani o yol ve köprülerin etrefında düzensiz bir kentleşme/yerleşme oluşmaya başlar). Bilin bakalım bu tanımlar size hangi şehrimizi anımsatacak? Elbette, İstanbul. İstanbul'un neden ve nasıl, hangi amaçlarla düzensizleştirildiğini anlatan bir belgesel Ekümenopolis ve bunu yaparken de sayısız yere dokunuyor. Bu kadar geç gösterime girmesine şaşmamalı, hatta gösterime girebilmesine şaşmalı; am burası Türkiye, o tarihe kadar çok şey değişebilir! Ve herkes bu belgeseli görsün, izlesin ve izletsin diye de, kör gözüne parmağım misali afişini en büyük boydan veriyoruz.



"1980’lerde dünya ekonomisinde yaşanan neoliberal değişim ve buna paralel olarak hız kazanan küreselleşme süreci, bütün dünya kentlerinde köklü bir değişimi beraberinde getirdi. Finans merkezli bu yeni ekonomik yapılanmanın kentsel alanları bir sermaye üretim aracı olarak görmesi sonucu gelişmekte olan ülkelerin kentleri bu süreçten derinlemesine etkilenmekte. Köklü bir planlama geleneğinin zaten olmadığı İstanbul’da, neoliberalizmin insan yerine kentsel rantı ön plana çıkartan yaklaşımı maalesef yöneticilerimiz tarafından şuursuzca uygulandı, herkes bu yağmada kendine bir pay kapma peşine düştü ve sonuçta ortaya insan yaşamını tehdit eden sorunlar yumağıyla debelenen 15 milyonluk bir megakondu çıktı.Özellikle son 10 yılda, Dünya Bankası’nın raporlarında öngördüğü gibi İstanbul’un kimliği sanayi kentinden finans ve hizmet kentine dönüşüyor ve İstanbul diğer dünya kentleri ile bir yarışa soyunuyor. Bu yarış yabancı sermayeyi çekme yarışı. “Yatırım için en karlı kent burası” diye pazarlanıyor İstanbul. Bu “çekicilik” bir yandan sermayenin önünü açmayı, kentsel mekanların inşaasında kamusal yararı gözeten hukuksal denetimleri ortadan kaldırmayı hedeflerken, aynı zamanda buna paralel olarak kentin kullanıcılarında da bir değişimi öngörmekte. Kentin inşaasında ve bir sanayi merkezi olmasında alın teri olan emekçi kesimin, tüketici odaklı yeni finans ve hizmet kentinde yerleri yok. Peki nedir bu insanlar için öngörülen?İşte “kentsel dönüşüm” denen olgu da tam burada devreye giriyor. Yeni kanunlarla eskiden tasavvur bile edilemeyecek yetkilerle donatılan TOKİ ve belediyeler, özel yatırımcılarla işbirliği içinde kentsel toprağı bu yeni “vizyona” doğru dönüştürmeye çabalıyorlar. Arkalarında ellerini kavuşturan uluslararası sermaye, ellerinde paftalar, kafalarında metrekareler, kat emsalleri, mahalleleri yıkıyorlar, gökdelenler dikiyorlar, otoyollar yapıyorlar, alışveriş merkezleri açıyorlar. Peki kime hizmet ediyor bu yeni mekanlar?İstanbul’da gelir dağılımındaki uçurum gitgide mekana da yansıyor, mekansal ayrışmadan besleniyor. Bir tarafta varsıllar kendilerini güvenlikli sitelere, rezidanslara, plazalara kapatırken, diğer yandan kentin çeperlerinde insan deposu olarak tasarlanmış TOKİ konutlarında yeni yoksulluk döngüleri insanları çaresizliğe umutsuzluğa sürüklüyor. Peki gelecek kuşaklara bırakılan bu toplumsal mirasın sorumlusu kim?Her yapılan otoyolun giderek kendi trafiğini yarattığı bilimsel gerçeğini görmezden gelerek yapılan tünellere, kavşaklara, viyadüklere milyarlarca lira çarçur edilirken, İstanbul 2010’da hala tek hatlı, topu topu 8 duraklı bir metro “ağı” ile yetinmek zorunda kalıyor. Toplu ulaşıma ve raylı ve alternatif ulaşım sistemlerine yeteri kadar kaynak ayrılmadığından, insanlar saatlerce trafikte eziyet çekiyor, milyarlarca liralık “zaman” egzoz dumanında uçup gidiyor. Peki yöneticilerimiz çözüm için ne yapıyorlar? Evet bildiniz: daha çok yol!15 milyonluk bu kentte her şey o kadar hızlı değişiyor ki, plan yapmak için kentin bir fotoğrafını çekmek dahi mümkün olmuyor. Planlar daha yapılırken eskiyor. Tam bir kronik plansızlık hali. Bütün bunlar olurken nüfus artmaya devam ediyor, ve kent gelişigüzel bir şekilde yayılıp batıda Tekirdağ’a doğuda Kocaeli’ne dayanıyor. Peki İstanbul’un gerçekten bir planı var mı?1980’de ilk metropolitan ölçekli İstanbul planı yapıldı. Plan raporunda kentin coğrafyasının en fazla 5 milyon nüfusu kaldırabileceği yazıyor. O zaman nüfus 3.5 milyon. Bugün İstanbul’un nüfusu 15 milyon. 15 sene sonra 23 milyon olacak. Yani coğrafyasının kaldırabileceğinin neredeyse 5 katı. İstanbul bugün Bolu’dan su çekiyor, öteki taraftan bütün Trakya’nın suyunu çekiyor. Kuzey ormanları gözle görünür bir şekilde tahrip olurken, 3. köprü projesi İstanbul’un kalan orman ve su havzalarını tehdit ediyor. İki yakayı birleştiren köprüler, yarattıkları rant alanları ile kentlileri birbirinden koparıyor. Peki ya İstanbullular olarak biz bu yağmaya karşı ne yapıyoruz? Kentler toplumun aynası ise, İstanbul’a bakarak kendi toplumumuz için ne diyebiliriz? Gelecek nesillere nasıl bir İstanbul bırakacağız?Ekolojik eşikler aşılmış. Ekonomik eşikler aşılmış. Nüfus eşikleri aşılmış. Sosyal ahenk bozulmuş. İşte neoliberal kentleşmenin fotoğrafı: Ekümenopolis. Ekümenopolis İstanbul’a bütüncül bir yaklaşımı amaçlıyor, değişim kadar, değişimin altındaki dinamikleri de sorguluyor. Bizi yıkılmış gecekondu mahallelerinden gökdelenlerin tepelerine, Marmaray’ın derinliklerinden 3. köprünün güzergahına, gayrimenkul yatırımcılarından kentsel muhalefete, bu uçsuz bucaksız kentte uzun bir yolculuğa çıkartıyor. Uzmanlar, akademisyenler, yazarlar, mahalleliler, yatırımcılar, kentliler ile konuşacak, kente makro ölçekte bir bakışı grafiklerle izleyeceksiniz. Belki de yaşadığınız İstanbul’u yeniden keşfedeceksiniz ve umarız ki değişime seyirci kalmayacak, onu sorgulayacaksınız. Sonuçta demokrasi bunu gerektirir."

26 Nisan 2012 Perşembe

THE LOST BOYS/ Kayıp Gençler, Joel Schumacher, 1987, ABD, Korku-Komedi, Fantastik.


Yine 2000'lerde yapımcıların ancak geriye kalan kırıntılarını üzerinden nemalanabildikleri bir 80'ler filmi daha. Bugün eğer Alacakaranlık serisi, True Blood veya Vampire Diaries gibi 'vampirli' filmler ve diziler varsa bu kesinlikle The Lost Boys/ Kayıp Gençler sayesindedir. Başrolünde yine döneme uygun olarak genç oyuncuların oynadığı (genç Jason Patric, genç Kiefer Sutherland, genç Corey Haim gibi) filmde, anne-babası boşanan Sam ve Michael anneleriyle birlikte büyükbabalarının Santa Carla'daki evine taşınırlar. Özellikle gençlerin kendilerini eğlenceye, partilerde ve discolarda geçirilen uzun gecelere adadığı bir kent olan Santa Carla'da ilginç bir şekilde gençler ortadan kaybolmaktadır. Sam'in ağabeyi Michael aşık olduğu kız için başını David'in (Kiefer Sutherland) çektiği farklı bir gençlik grubunun içine girer. Ancak Michael'ın bu grup içine girmesiyle birlikte Sam, ağabeyinde ufak(!) değişiklikler sezmeye başlar. Aslında Michael, David'in ona içirdiği bir şeyle (kan) birlikte yavaş yavaş bir vampire dönüşmekte ve içindeki 'kan' arzusuna karşı koymaya çalışsa da başta ailesi olmak üzere çevresi için tehlikeli olmaya başlamaktadır. Sam, çizgiroman dükkanında tanıştığı ve birer korku-çizgiromanı bağımlısı sayılabilecek Edgar ve Alan Frog (ünlü gotik korku yazarı Edgar Allan Poe'ya yapılan açık bir göndermedir aslında bu) kardeşlerle birlikte ağebeyini bu durumdan kurtarmak için ne gerekiyorsa yapmaya çalışacaktır. Kahramanlarımızın vampirleri yok etmek için çizgiromanlardaki bilgilerden yararlanması da, aslında filmin geleneksel vampir mitolojisine bağlı kaldığını (güneş ışığında yanmak, sarımsaktan, haçtan, kutsal sudan korkmak, ev sahibi tarafından eve davet edilen vampirin bütün bunlara karşı bağışıklık kazanması gibi) göstermektedir bize. Bu özelliğiyle film bir 'vampir ansiklopedisi' niteliği taşımaktadır. Ancak, çok değil 7 yıl sonra Anne Rice'ın aynı isimli romanını sinemaya uyarlayan Neil Jordan, "Interview with the Vampire: The Vampire Chronicles" ile bu mitolojiyi ters yüz edecektir. Yine de The Lost Boys hala bütün vampirli film ve dizilerin atası/ağa babası sayılmaktadır.


24 Nisan 2012 Salı

THE MONSTER SQUAD/ Canavarlar Takımı, Fred Dekker, 1987, ABD, Korku-Komedi, Macera


80'lerde oldukça moda olan başrollerini çocukların oynadığı ve bu nedenle aynı zamanda 'aile' filmi olarak da kabul edilen, bir şekilde Steven Spielberg veya Shane Black'in de (yazar, yönetmen ya da yapımcı vs.olarak) içinde bulunduğu korku-komedi türünün en güzel sıfatlarla tanımlanabilecek örneklerinden bir tanesidir Canavarlar Takımı. J. J. Abrams'ın yazıp yönettiği ve geçen sene gösterime giren 'Super 8' de senaryosu, olayın geçtiği zamanı (80'ler) ve oyuncularıyla 80'lerin gerçek korku-komedi filmlerine zamanımızdan bir saygı duruşu niteliği taşımaktadır. Afişindeki "You know who to call when you have ghosts but who do you call when you have monsters?" (Hayaletlerle karşılaştığınızda kimi çağıracağınızı biliyorsunuz, ama canavarlarla karşılaştığınızda kimi çağıracaksınız?) tanıtım yazısından da anlaşılacağı gibi "Canavarlar Takımı" bir yandan da  yine ünlü 80'ler filmi "Ghstbusters/Hayalet Avcıları"na gönderme yapmaktadır; ama elbette her iki takımın uzmanlık alanları farklıdır ve birbirleriyle karşılaştırılamazlar! Filmin adında geçen "canavarlar" aslında hepimizin yakından tanıdığı şahsiyetler: Kont Drakula, Frankenstein, Kurt Adam, Bataklık Canavarı ve Mumya. Dünyayı ele geçirmek isteyen Kont Drakula, etrafına topladığı canavar arkadaşlarıyla birlikte, dünyayı kontrol etmesini sağlayacak tılsımın bulunduğu küçük bir Amerikan(!) kasabasına ayak basar. Ancak burada kendi çapında bir canavar uzmanı olan 12 yaşındaki Sean Crenshaw ve arkadaşlarının kurduğu, Canavarlar Takımı'yla yüzyüze gelirler. 80'lerde çocuk ya da genç olanların mutlaka seyrettikleri ve şimdi yeniden hatırlayacakları filmlerden birisidir Canavarlar Takımı.


23 Nisan 2012 Pazartesi

O AN: EL ESPINAZO DEL DIABLO- Final Sahnesi (aka. The Devil's Backbone/ Şeytan'ın Belkemiği, Guillermo del Toro, 2001)


"Bir hayalet nedir?
Kendini yinelemeye mahkum bir trajedi mi?
Acı bir anı belki de.
Hala canlı gibi gözüken ölü birşey.
Zamanda asılı kalmış bir his.
Bulanık bir fotoğraf gibi,
Kehribarın içinde tuzağa düşmüş bir böcek gibi.
Bir hayalet!
  Ben buyum..."

18 Nisan 2012 Çarşamba

BAKIŞ AÇISI: STAR WARS (Orjinal Üçleme)

Hepimizin bildiği, çoğumuzun da daha sinemalarda gösterildiği dönemde (şimdiki gibi en büyüğü evimizin oturma odası kadar olan sinemalarda değil de) "gerçek sinemalarda" seyretme fırsatı bulduğu ,George Lucas'ın artık kült olmuş orjinal serisinin yani ilk üç Star Wars filminin afişlerine tasarımcı ve çizer Christopher Lee'nin zihninden, gözünden ve kaleminden eğlenceli ve farklı bir bakış açısı.

NEW HOPE/ Yeni Umut

THE EMPIRE STRIKES BACK/ İmparator'un Dönüşü

RETURN OF THE JEDI/ Jedi'ın Dönüşü


17 Nisan 2012 Salı

PANDORUM/ Pandorum, Christian Alvart, 2009, Almanya-İngiltere, Bilim-Kurgu


 "Dünyanın sonundan korkma, onun nasıl gerçekleşeceğinden kork!" demekte Pandorum'un tanıtım yazısında/ tagline'ında. Filmin konusu için bir nevi anahtar oluşturmakta aslında bu cümle. Yine uzayda kaybolmuş bir uzay gemisi, yine zamanından önce uyan(dırıl)mış bir kaç gemi sakini ve yine onlar uyurken gemide kol gezmeye başlamış ve herkes için tehlike arz eden garip şekilli yaratıklar. Dışardan bakıldığında oldukça sıradan (aslında hiç de sıradan değil, hatırlayın bir bilim-kurgu klasiği olan Alien da aynı konuyu işliyordu, ama tabii o bir ilk olduğu için klasik olmuştu zaten) gibi görünen bu senaryo belki de Pandorum'un kıyıda köşe kalmış olmasının başlıca sebeplerinden bir tanesidir; ama filmin içine girdiğinizde aslında hiç de öyle sıradan bir senaryo olmadığını görüyorsunuz. Çünkü bu üçlü klişe senaryo oyununa öyle bir açıklama getiriyor ki finalde, aslında tüm bu klişelerin bilinçli olarak senaryoya dahil edildiğini anlıyorsunuz. Temelde, tanıtım yazısında da dendiği gibi  dünyanın sonuna ve kopan ya da kopacak olan kıyamet üzerine bir film Pandorum.
Filmin açılışındaki kısa dünya tarihçesi de bize bu kıyametin sebeplerini açıklamaktadır:
"1969- İnsanoğlu aya ayak bastı. 
Dünya nüfusu: 3.6. milyar.
2009- Kepler Teleskobu Dünya benzeri gezegenleri araştırmak için uzaya fırlatıldı.
Dünya nüfusu: 6.76 milyar.
2153- Paleo 17 isimli uzay araltırma aracı Tanis gezegenine iniş yaptı.
Dünya nüfusu: 24.34 milyar.
Yiyecek ve su kıtlığı artık olağan bir durum.
2174- Dünya'nın sınırlı kaynakları için yapılan savaş patlama noktasına geldi.
Uzay aracı Elysium uzaya fırlatıldı."
İşte Pandorum tam da bu noktada başlamakta ve yeni bir dünyaya doğru yola çıkan Elysium'da yaşananları bize anlatmaktadır. Yine açılışta yer alan, "İnsanoğlu! Son yaşayanlar sizlersiniz. Hepiniz allaha emanetsiniz. Yolunuz açık olsun." cümlesinden de Elysium'da yaşayan insanların, hayatta kalan son insanlar olduğunu ve gittikleri Tanis gezegeninde kendileri için yeni bir dünya kuracaklarını anlıyoruz. Ancak henüz Tanis'e ulaşmalarına zaman varken, dondurulmuş olan gemi mürettebatından birkaçı (önce Bower, sonra Payton) sıradışı bir şekilde uyanırlar. İkisinde de hem zihinsel hem de ruhsal bir boşluk vardır ve ne kim olduklarını ne de görevlerini/ amaçlarını hatırlamaktadırlar; filmin adı da buradan gelmektedir zaten, "Uzayın derinliklerinde uzun süre seyahat etmekten dolayı oluşan bir çeşit paranoya" olarak yorumlanan pandorum, zaman geçtikçe her ikisinde de kendisini gösterecektir. Bir yandan pandoruma karşı koymaya çalışırken bir yandan da kim olduklarını ve görevlerini anlamaya çalışmaktadırlar, ama kısa sürede de gemide yalnız olmadıklarını fark edeceklerdir: Hem kendileri gibi başka insanlar hem de garip yaratıklar vardır gemide. Finale kadar içerdiği hiçbir klişenin aslını ya da sürprizini açık etmeyen film, finalde de bizi hayal kırklığına uğratmıyor ve uzay gemisinin durmuş olan zaman sayacı tekrar çalışmaya başladığında herşey "su yüzüne" çıkıyor.


SOUNDTRACK: Queen - I am Immortal (HIGHLANDER, 1986)



16 Nisan 2012 Pazartesi

DEVRİM ARABALARI, Tolga Örnek, 2008, Türkiye, Dram


16 Haziran 1961 tarihinde dönemin cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, tümüyle yerli üretim bir otomobil yapılmasını emreder ve görevin TCDD işletmesine verildiği bildirilir. Otomobilin 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'na yetişmesi gerekiyordur ve bunun için de otomobili yapacak olan ekibin 130 günü vardır. Eskişehir Demiryolları CER Fabrikası'nda çalışmaya başlayan 23 mühendis, "başaramazlar" ve "yapamazlar" tenkitleri altında bu işi milli onur meselesi haline getirerek çalışmaya başlarlar. Türk milletinin ve devletinin kaderini değişitirecek bu otomobilin adı bile en baştan bellidir ve durumu açıklar niteliktedir: DEVRİM! Ancak Devrim'in arkasında 23 mühendis ve ekibi varken, önünde de Türkiye'nin dışarıya bağımlılığını azaltacak bir proje olarak görünen bu olaya karşı ABD'den gelen yardım komiserleri, projeyi halkın gözünde küçük düşürmeye çalışan 'medya' ve Devrim'e ayrılan 1 milyon liralık bütçeyi çok gören bir grup bulunmaktadır. Hatta dişlerini tırnaklarına takıp, ailelerini bir kenara bırakıp büyük bir azim ve işbirliği ile bitirme noktasına geldikleri Devrim'i bitirmelerine çok kısa bir süre kala, sırf "başaramadılar" dedirtmek için Cemal Paşa'dan ikinci bir otomobil daha yaptırtmasını isterler ekibe, bu Devrim karşıtı güçler. Ancak işçisi-ustası ve mühendisiyle birbirine kenetlenen ekip milli onurlar haline getirdikleri her iki otomobili de tarihinde bitirirler. 29 Ekim tarihinde Cemal Gürsel bu otomobillerden birine (siyah olanına) binecektir ve bu nedenle de otomobillerin trenle Eskişehir'den Ankara'ya gitmesi gerekmektedir. Kim bilir belki de yine aynı Devrim karşıtı güçlerin etkisiyle, arabalar lokomotife yakın olan vagonlardan birine yüklenir ve o dönemde buharlı olan trenlerin bacalarından çıkan kıvılcımların otomobillerin benzin depolarına sıçrayıp tehlike yaratmaması için, depoların boş olması istenir. Bu nedenle lokomotife daha yakın olan siyah otomobile, sadece onu trene yükleyip indirmeye yetecek kadar benzin doldurulur, Ankara'da otomobiller indirildikten sonra meclise giderken yoldaki bir benzin istasyonundan alınacaktır benzin. Ama öyle olmaz (insan yine bir bit yeniği arıyor bunun altında), polis eskortu benzin istasyonunda durmayıp meclise devam edince siyah otomobile benzin alınamaz. Bu noktada bu büyük başarı hikayesi, azim ve dayanışma hikayesi bir büyük "hüsrana" dönüştürülecektir. Çünkü Cemal Gürsel siyah olan otomobile bindiğinde otomobil birkaç metre gidip duracak ve bu olay ertesi gün Cemal Gürsel'in cümleleriyle "Garp kafasıyla otomobil ürettik, ama şark kafasıyla içine benzin koymayı unuttuk" şeklinde gazete manşetlerine yansıyacak; "Devrim yolda kaldı" yorumları yapılacaktır.


Aslında filmin bir sahnesinde iki mühendisin arasındaki diyalog bunun ilk olmadığını ve benzer başka olayların da yaşanacağını bize anlatmaktadır: Latif (Selçuk Yöntem) arkadaşına yaptıkları işin neden engellenmeye çalışıldığını açıklarken, "Biz 1955 yılında 182 tane tayyare ürettik Hollandalılar bizden 30 tane istediler ve biz bir sebepten dolayı vermedik."der, arkadaşı da ona "neden?" diye sorar; aslında Latif'in verdiği cevap bugün hepimiz tarafından bilinen bir şeydir, "Çünkü Türkiye'de hiçbir başarı cezasız kalmaz.". Diğer taraftan yine filmdeki bir başka replik de, "sadece bir otomobil işte" deyip geçenlere cevap niteliği taşımakta ve "Eğer biz yapabileceğimizi gösterirsek neler olabilir, neler değişebilir düşünsenize?" demektedir. İşte "Devrim Arabaları" bunu düşünebilen, görebilen ve isteyen bir avuç insanın, şimdi çok az kişinin bildiği/hatırladığı başarı hikayesini anlatmaktadır.
Aslında herşeyi filmdeki tek bir cümle açıklamaktadır: 
"ADI DEVRİM OLAN BİR OTOMOBİLİN SOKAKLARDA DOLAŞMASINA İZİN VERMEZLERDİ ZATEN". (Unutmadan, "Devrim" bugün hala çalışmaktadır ve 17000 km. yapmıştır.)


13 Nisan 2012 Cuma

SAHAFA DÜŞEN FESTİVALLER: Uluslararası İstanbul Arkeoloji Filmleri Festivali/ Festival Internazionale Del Cinema Archeologico Di Istanbul

İlki 1998 yılında Mediterraneo Kültür Derneği ile İstanbul İtalyan Kültür Derneği işbirliği ve Antonio Zavaglia’nın festival direktörlüğünde gerçekleştirilen festival, 1999 ve 2000 yıllarında da gerçekleştirildikten sonra ortadan kaybolmuştur. “Geniş bir izleyici kitlesine zengin Akdeniz uygarlığını tanıtmayı hedefleyen bir etkinlik” olan festival, programındaki filmlerle “bizlere geçmişi yeterince tanımadan gelecek üzerine düşünmenin mümkün olmayacağı mesajını” veriyordu. Genelde “Mediterraneo” yani Akdeniz Havzası’ndaki Arkeolojik çalışmaları (kazı, restorasyon ve konservasyon) anlatan kısa ve orta metraj belgesel-canlandırma filmlerden oluşan festival programı, “konunun uzmanlarına teknik-belgesel değerlendirmeleri ve bu alandaki gelişmeleri aktararak o zamana kadar yapılan araştırmaları sunmayı, genel izleyiciye de, arkeoloji dünyasını görsel yönden etkileyici belgesellerle daha yakından tanıtmayı amaçlamaktadır”.
Arkeoloji, tarih bilimleri içinde ulusal kültürlerin sınırını aşarak, evrensel bir dili belki de en iyi yakalayan bilim dalıdır. Arkeoloji, evrim sürecinin yorumlanması, bir uygarlığın değişime uğraması aracılığıyla hem her toplumun kendi geçmişini keşfetmesi sağlar, hem de başka uluslarla olan kültürel ilişkiler ve benzerlikleri ortaya çıkarır. Lidya’dan Etruria’ya, Troya’dan Roma’ya, İskenderiye Feneri ve Leptis Magna’dan Ayasofya veSultan Ahmet Camii’ne kadar Akdeniz Havzası, dünyanın en büyük uygarlıklarının beşiğiydi. İtalya ile Anadolu arasında süregelen karşılıklı ekonomik ve kültürel ilişkilere dayalı sıkı bağlar, Romalılar’ın “Mare nostrum” diye adlandırdığı bu bölgedeki ülkelerde siyasi tarihin gelişimi üzerinde etkili olmuştur.”. Dolayısıyla bu festival aslında, tarihöncesi çağdan Roma’nın temelini oluşturan Hellenistik çağa kadar insanoğlunun geçmişine bir yolculuk olmuştur. Bu yolculukta hem geçmişte, hem de 3.Bin yılın eşiğinde hala karanlıkta kalan kimi noktalar aşılmaya çalışılır.
Şimdi bile, festival kitapçıklarına baktığınızda ne kadar aydınlatıcı ve aydınlanmacı bir festival olduğunu anlayabiliyorsunuz; dolayısıyla insan böyle güzel işlerin neden devam etmediğini de sormadan edemiyor. Kaldı ki yüzyıldan fazladır dünyanın her yerinde arkeolojik kazılar devam ediyor ve edecektir de, yani hiçbir zaman malzeme ya da konu sıkıntısı da olmayacak bir festivaldi bu. Ama artık sadece sahaflarda bulunabilen kitapçıklarından biliyoruz!

Bu aşkın gücü ve bu çağrının sesiyle
Keşfetmekten vazgeçmeyeceğiz
Ve bu keşfin sonunda
Hareket noktamıza geldiğimizde
Sanki orayı ilk defa tanıyormuş gibi olacağız.
T. S. Elliot, Dörtlü Quartet

Alıntılar: I. Uluslararası İstanbul Arkeoloji Filmleri Festivali Program Kitapçığı


12 Nisan 2012 Perşembe

KISA FİLM: A LOVECRAFT DREAM, Animasyon: Michele Botticelli, Resim ve Müzik: Leonardo Manna


Modern korku edebiyatının üzerine oturduğu temel taşlardan biri olan H. P. Lovecraft'ı tanımayan ve bilmeyen korku edebiyatı veya korku sineması sever yoktur sanırız. Özellikle yarattığı Cthulhu Mitolojisi, hem bir çok filme hem de modern korku edebiyatı örneğine kaynaklık etmiştir. Ancak ne yazıktır ki, neredeyse yapılan bütün Lovecraft uyarlamaları "B" sınıfı tabir edilen düşük bütçeli-ucuz efektli filmler sınıfındadır, ama bu Lovecraft sevenler için bir handikap oluşturmamakta, hatta Stuart Gordon, Leigh Scott gibi sınıfının en iyi yönetmenlerinin onu kaynak aldıkları görülmektedir. Yine de en ünlü Lovecraft uyarlamaları Sam Raimi'nin "The Evil Dead" serisi ve John Carpenter'ın "In the Mouth of Madness" filmleridir. Bu filmler dışında, özellikle son yıllarda kısa filmciler için de Lovecraft'ın esin kaynağı olduğu görülmektedir ki burada paylaştığımız "A Lovecraft Dream" de bunlardan bir tanesidir.

POSTER: MACIEJ WOLTMAN, GANDHI (Richard Attenborough, 1982)

10 Nisan 2012 Salı

SOUNDTRACK: Nina Simone - Sinnerman (Felix Da Housecat's Heavenly House Mix) (MIAMI VICE, 2006)


INTACTO/ Bahis, Juan Carlos Fresnadillo, 2001, İspanya, Macera-Dram

Aslında filmin Türkçe ismine baktığımızda insan bir kumarhane filmi bekliyor, ama karşımızda 'şans' üzerine bir film var. Tamam, bu şansın aranmasında ve sınanmasında bir parça kumar oynanıyor ama bu bildiğimiz anlamda bir kumar değil. Intacto'daki kumar daha şanslı insanı bulmak/belirlemek için, kendini şanslı gören insanlar arasında ve kendi hayatları üzerinden oynanıyor. Bazen bir otoban, bazen ormanlık bir alan bu kumara sahne olabiliyor; çünkü filmde bahsedilen şans, aslında her insanın kaderinden kaynaklanan bir durum. Şanslıların biri uçak kazasından tek kurtulan kişi, biri depremde sağ kalabilen bir kişi, diğeri bir trafik kazasında ailesini kaybedip kendisi sağ kalmış bir kadın ve bir başkası da yahudi katliamından kurtulabilmiş bir adam. Bütün bu insanların yolu finale doğru, yahudi katliamından kurtulan adamın kurduğu (Sam) ve gerçekten şanslı olan insanların kabul edilip, bu şanslarını birbirlerine karşı kullanacakları bir kumarhanede kesişecektir. Ancak sorun şudur ki, Sam kendisini yeryüzündeki en şanslı insan olarak görmektedir çünkü 'insanlara dokunduğunda onların şanslarını çalma' gibi bir yeteneği vardır. Finalde ise ışıklar sönüp silahlar patladığında, ışıkların tekrar yanmasıyla gerçekten şanslı olanı görmek bize nasip olmaktadır. Bu noktada en güzel ipucunu filmin tagline'ı vermektedir bize, 'Kimileri şansla doğar. Diğerleri onun için kumar oynar.' diyerek.


ONDAN ÖNCE BU VARDI: CLASH OF TITANS/ Devlerin Savaşı, Desmond Davis, 1981, ABD, Fantastik

Acaba yaşı 30'un altında olanların 2010 yapımı ve Louis Leterrier'in yönettiği 'Clash Of Titans/Titanların Savaşı' adlı dijital efekt bombardımanı sinema filminin 'God of War, Age Of Mythology veya Titan Quest' gibi bilgisayar oyunlarının sinema uyarlaması olarak yorumlamaları (Bkz. beyazperde.com) normal mi karşılanmalı yoksa bu onların sinemasal cehaletine mi verilmeli? Belki yaşları gereği, bundan 30 yıl önce, elde henüz bilgisayar programları destekli efekler yokken ve herşeyin 'manuel' yapıldığı bir dönemde Desmond Davis yönetmenliğinde çekilen ilk/orjinal Clash of Titans'ı seyretmiş ya da görmüş olmaları beklenemez, ama en azından seyrettikleri film hakkında bir araştırma yapmış olmalarını ya da dolaştıkları onca internet sitesi içinde bir yerlerde bunun gözlerine çarpmış olmasını bekliyor insan. Oysa Hollywood'un son dönemde içine düştüğü orjinal senaryo kıtlığını çözmek için başvurduğu üç yöntem var: 1) Uzakdoğu sinemasına ait örneklerin yeniden uyarlanması 2) Zamanında çok izlenmiş eski dizileri sinema filmi haline getirmek ve 3) Yine eski sinema filmlerini yeniden ama bu sefer dijital efekte boğulmuş ve senaryosu kısaltılmış olarak uyarlamak.
2010 yapımı Clash Of Titans işte bu üçüncü gruba giren filmlerden ve 1981 yapımı, Desmond Davis'in yönettiği Clash of Titans'ın yeniden çevrimi. Orjinal filmi de seyretmiş biri olarak diyebilirim ki 1981 yapımı film senaryo olarak 2010 yapımından çok daha ayrıntılı, özgün ve Yunan mitolojisine sadık bir uyarlamadır. 2010 yapımı Clash Of Titans, orjinal filmin senaryosunun ufak bir bölümünü kullanmış, Perseus-Andromeda aşkı filmden çıkarılmış (burada Andromeda sadece Perseus'un kurtardığı kadına dönüşmüştür), aynı şekilde orjinal filmde yer alan bir çok mitolojik karaktere ve olay örgüsüne de yer verilmemiştir. Orjinal senaryosunda yapılan bunca kırpmadan sonra açılan boşluklar 2010 model dijital efeklerle doldurulan film, mitolojiyi sadece bilgisayar oyunlarından öğrenen bir neslin beğenisine sunulmuş ve sonuç, orjinal filmden haberi bile olmayanlar açısından, mükemmel olmuştur! Elbette belki efektler açısından iki filmi karşılaştırmak pek doğru olmayacaktır, ama 1981 yapımı orjinal filmin efektleri de, kendi zamanı için yabana atılacak türden değildir ve en azından günümüz dijital efekleri gibi insanı rahatsız etmemekte, size de çok daha fazla mitolojik öykü izleyeceğinizin garantisini vermektedir.


6 Nisan 2012 Cuma

FRANKLYN, Gerald McMorrow, 2008, İngiltere-Fransa, Fantastik-Dram


Herkese hitap etmeyen, Eş-Kent (Meanwhile) sahneleriyle yine bir başka herkese hitap etmeyen film olan Dark City'i anımsatan Franklyn, yine Dark City gibi kendi varlığında kaybolmuş bir adamın  kendini bulma yolundaki macerasını anlatmaktadır. Hem bizim dünyamızda, hem de bizim dünyamıza paralel 'Meanwhile' isimli bir kentte geçen film; bizim dünyamızdaki sahnelerde bir babanın kendi oğlunu arayışını anlatırken diğer taraftan da psikolojik sorunlu bir genç kadının aşkı bulmasını anlatır. Paralel kent  Meanwhile'de geçen sahnelerde ise yeni bir dünyayı tanır ve bu dünyadaki maskeli dedektif  Christopher Preest'ın kendi arayışına şahit oluruz. Finalde ise, film boyunca süren bu parçalı anlatım muhteşem bir sahneyle birleşerek bizi bütün bu arayışların 'bulunma' paydasına götürür. Filmin tek sorunu belki de, tıpkı Shyamalan'ın Village'ı (KÖY) gibi, çok daha sürpriz bir sekilde verilebilecek sonunu biraz erken belli ederek bu twist’i iyi değerlendirememesidir o kadar. Bunun dışında hem görüntüler (atmosfer), hem de kamera açıları çok güzel ayarlanmıştır filmde, özellikle final sahnesinde. Ancak tamamen bir fantastik film, ya da korku-gerilim bekleyenler hayal kırıklığına uğrayabilirler. Daha çok psikolojik-macera/polisiye olarak tanımlanabilir film; filmdeki fantastik sahneler sadece sürpriz sona götüren birer araç olarak kullanılmışlardır. Ama yine de filmin en güzel sahneleri (Meanwhile) Eş-Kent'te geçen sahnelerdir; bu sahnelerin bizim evrenimize geçiş yaptığı kısımlar, özellikle filmin sonuna doğru mükemmel ele alınmışlardır. Tabii bu arada diğer evrendeki kent için Meanwhile adının  seçilmesi de ilginçtir, zira "bu arada" anlamına gelen bu İngilizce kelime, filmlerde genelde "biz bunları yaşarken şehrin diğer ucunda da" anlamına gelmektedir. Aslında fantastik sahnelerin filmin ana kurgusu içinde açılmış birer parantez olduğu da buradan anlaşılmaktadır: Filmin sonundaki twist’i hazırlayan parantez.

.

3 Nisan 2012 Salı

ÖZEL DOSYA: AFİŞİNE GÖLGE DÜŞEN FİLMLER

FOXES, Lorcan Finnegan, 2011 (Kısa Film)

  

QUANTUM OF SOLACE, Marc Forster, 2008

 

X-MEN: FIRST CLASS, Matthew Vaughn, 2011


THE AMAZING SPIDERMAN, Marc Webb, 2012


THE INFORMANT!, Steven Soderbergh, 2009

 

THE X-FILES: I WANT TO BELIEVE, Chris Carter, 2008

 

ROUND, Kirk Hendry, 2009

  

STAR WARS: EPISODE I- Phantom Menace, George Lucas, 1999 

  

TAXI TO THE DARK SIDE, Alex Gibney, 2007


THE OMEN, Richard Donner, 1976

YAKINDA: TOTAL RECALL/ Gerçeğe Çağrı, Len Wiseman, 2012

1990 tarihli, yönetmenliğini Paul Verhoeven'in yaptığı ve baş rolünde Arnold Schwarzenegger (Douglas Quaid)'in oynadığı aynı isimli kült filmin yeniden çevrimi. 3 Ağustos 2012'de gösterime girecek olan filmin bu ilk teaser fragmanına bakınca ağır bir Minority Report/Azınlık Raporu etkisi açıkça görülüyor. Gerçi her iki öykünün de Philip K. Dick'e ait olduğunu düşünürsek bu normal karşılanabilir, ama Azınlık Raporu'nda gördüğümüz tırmanan, uçan, kaçan otomobillerin aynısını burada da görmek insanı biraz da olsa şaşırtıyor (ki Azınlık Raporu'nda bu otomobiller üzerinde geçen bir sahne vardı, onun da benzerini film başka da olsa, bu teaser'da görüyoruz.). Yine de yeni Total Recall'u dört gözle bekliyoruz.

  

METROPOLİS, Fritz Lang, 1927, Almanya, Bilim-Kurgu, Dram


Siyah-beyaz, sessiz, konuşmaların sahneler arasında ekrana yazıyla yansıtıldığı ve1902-1929 yılları arasında çekilen ilk sessiz bilim-kurgu sinema filmlerinden birisidir Metropolis. Aslında 'birisidir' demek, Metropolis'i biraz hafife almak anlamına geleceğinden, bu dönem içinde çekilen bilim-kurgu filmlerinden ayrı bir yere koymak gerekir onu. Sadece fragmanındaki sahnelerden bile anlaşılacağı üzere, Star Wars'dan Blade Runner'a kadar bir çok mihenk taşı ya da kült denebilecek bilim-kurgu filmini etkisi altına almış bir 'ilk' örnektir Metropolis ve sinemanın daha ilk yıllarında böylesine bir örnek vermesi de insanın hayal gücünün ne kadar geniş olduğunu göstermektedir. Özellikle Metropolis'in gelecek tasarımı ve bunun günümüzün bilgisayar destekli efektleri olmadan canlandırılması görülmeye değerdir. Daha sonra Blade Runner, Minority Report, Dark City, Star Wars ve (son uyarlama) Total Recall'da da karşımıza çıkacak bir gelecek tasarımı sunar Metropolis: Gökyüzüne kadar yükselen binalar, bunların arasında uzanan çok katlı yollar ve üzerlerindeki araçlar, gökyüzündeki uçan araçlar. Bütün tasvirleri zamanının çok ötesindedir Metropolis'in ve gene sonradan özellikle anti-ütopyalarda çokça karşımıza çıkacak olan, '1981'deki Büyük Birader ya da 'Equilibrium' ve 'V for Vendetta'daki totaliter rejim benzeri bir rejimle yönetilmektedir. Yine filmdeki 'robot Maria' ile Star Wars'daki C3PU'nun benzerliği de gözden kaçmamaktadır Metropolis'te. Daha önce 'FİLMSEL KAVRAMLAR- Üç Robot Yasası'nda da üzerinde durduğumuz Metropolis, Holywood üretimi modern bilim-kurguların Alman sinemasına neler borçlu olduğunu da göstermektedir bize.