28 Mayıs 2012 Pazartesi

DONNIE DARKO, Richard Kelly, 2001, ABD, Bilim-Kurgu, Dram, Gizem

"Kıyametin kopmasına 28 gün 6 saat 42 dakika 12 saniye var." motto'suyla karşılar bizi Donnie Darko. Daha o zamandan başlarız biz "Ne kıyameti?" demeye; öyle ya kıyamet dünyanın, evrenin ya da bilinen bütün zamanların sonu demektir bizim için ve korkutucudur. Oysa filmin bir başka motto'sunda "What would you do if you knew the future?" der yönetmen Richard Kelly, yani "Eğer geleceği bilseydiniz, ne yapardınız?". Aslında bunu şöyle sormak daha mantıklıdır Donnie Darko için; "Eğer geleceğimizi bilseydik en fazla hangi fedakarlığı yapmayı göze alabilirdik?". Bütün film tam da bu soruya cevaptır işte. Karşımızdaki yine farklı bir 'zamanda yolculuk' filmidir. Ama bu sefer gerçekten farklıdır; seveni çok sever, sevmeyeni hiç sevmez, hala seyretmeyeni hala seyretmemiş olmasını övgü kaynağı yapar, seyredip anlamayanı nasıl olup da bu filmi anlamış olan bir diğerini hor görür, anlayanlar ise içine kapanıp hayata küser ve bu liste daha uzar gider! Finalinde, bildiğimiz o bütün klasik zamanda yolculuk filmlerinde gördüğümüz kuralları bir kenara atar film, bu sayede de yukarıdaki listenin oluşmasına sebep olan ve en çarpıcı, beklenmedik, anlaşılmaz vs. sınıflandırmasına girecek olan 'son'u sunar bize. 


Herşey gündelik hayatında uyurgezer ve yarı-şizofren haller sergileyen ergen Donnie'nin (Donald'ın kısaltılmışıdır) bir yol kenarında, bisikletinin yanı başında uyanmasıyla başlar. Uyku sersemi evine dönen Donnie orada görür ki, evine üstelik tam da kendi odasının bulunduğu kısma nereden geldiği belli olmayan (dahası ucunda uçağı olmayan) bir uçak motoru düşmüştür. Ailesinin odasında uyuyor sandığı Donnie, uyurgezerliği sayesinde bu felaketten kurtulmuştur. Yine de, biz başta anlamasak da bu kaza Donnie'nin hayatında büyük değişimlere neden olacak, yarı-şizofren hali yavaş yavaş şizofreniye dönüşerek, kendine adı Frank olan insan boyutlarında bir Tavşan arkadaş edinecek ve ondan kendisine, geleceğine ve yaşadıklarına dair vahiyler almaya başlayacaktır. Hatta filmin en kayda değer diyalogları Tavşan Frank ve Donnie arasında geçecek, kıyametin kopmasına 28 gün 6 saat 42 dakika 12 saniye kaldığını da filmin başlarındaki ilk karşılaşmalarında yine Frank söyleyecektir. Aslında Donnie'nin film boyunca yaşadıkları ve etrafı hakkında keşfettikleri, başından büyük bir kaza geçmiş herkesin hayatını yaşarken karşılaştıkları veya hissettikleriyle aynıdır: Hiç o kazada ölmeniz gerektiğini, ama bir şekilde ölmediğinizi ve aslında yaşamamanız gereken şeyleri yaşadığınızı düşündünüz mü? Çünkü Donnie aşık olmasının yanı sıra etrafındaki kimi insanların hiç de hoş olmayan gerçek yüzlerini görür ve ailesinin yaşayacağı kötü şeylere tanık olur. Bu aşamada hayatını değiştirecek bir diğer karşılaşmayı yaşar Donnie; insanlar tarafından Ecel Nine (Grandma Death) olarak adlandırılan yaşlı ve kaçık Roberta Sparrow ile. Vaktiyle 'Zamanda Yolculuğun Felsefesi' (The Philosophy Of Time Travel) isimli bir kitap yazmış olan Sparrow, bu kitabın ardından aklını kaçırmış bir vaziyete bürünmüş ve hergün 'evinden çıkıp posta kutusuna gidip beklediği bir mektubun gelip gelmediğini kontrol etme' hareketini sürekli tekrarlar olmuştur (ki filmde başta yine bize anlamsız gelen bu hareketin sebebini de görürüz). Sparrow'un kitabını okuyan Donnie, bir süre sonra zamanda portal açmaya başlar. Başta nasıl ve neden kullanacağına dair şüpheleri varken, bir süre sonra (özellikle kıyamet için geri sayım sona yaklaşırken) kararını verir!
Burada özellikle filmdeki 'kıyamet' kavramının üzerinde durmak gerekir. Kıyamet her durumda insanda bir 'son'u çağrıştırmaktadır ve bu genelde dünyanın, evrenin ya da zamanın sonu anlamına gelmektedir. Ama atladığımız birşey var ki, o da 'ölüm'ün de aslında bir çeşit kıyamet olduğu. Daha küçük, daha kişisel veya bireysel bir kıyamet. Filmdeki 'kıyamet' saati de bunu göstermektedir. Aslında bu geri sayım zamanda geri dönüşü sağlayacak portalın açılacağı anı göstermektedir ve bu anda Donnie bir seçim yapmak zorundadır: Ya portala girecek ya da kalacaktır. Portala girerse şimdi yaşadığı zamandan daha farklı ve bilmediği bir gelecek olacak veya portala girmezse de gördüğü iyi-kötü tüm gerçeklerle bu zamanı devam ettirecektir. O ise yaşadığı, gördüğü bunca şeyin bir anlamı olması gerektiğine inanır; zamanı değiştirebileceğine inanır, yaşanan olayların yaşanmaması gerektiğine inanır, birçok yanlışı ve kötülüğü düzeltebileceğine inanır ve 'ölmesi gerektiği o anda ölmeyip yaşadığı takdirde' neler olacağını görüp yaşamıştır aslında. Ve sonunda tüm insanlara kendisinin içinde olmadığı bir geleceği armağan eder. Filmin bir sahnesinde Donnie ve Gretchen arasında geçen bir diyalog aslında bir kahraman olarak Donnie'nin sonsuz yolculuğunu vurgular: Donnie'nin adını öğrenen Gretchen "Donnie Darko! Ne biçim bir isim bu böyle sanki kahraman ismi gibi!" der, Donnie de ona "Sana öyle olmadığımı düşündüren nedir?" cevabını verir. Yaptığı veya yapacağı seçimle insanların kahramanı olmuş veya olacaktır Donnie, ama her kahraman gibi onun da kim olduğu bilinmeyecek, hatta yaptığı seçimden kimsenin haberi bile olmayacaktır. 
2001 yapımı olmasına rağmen Donnie Darko 80'lerin sonunda (tam olrak 1986) geçer ve film olarak da o döneme ve o dönemdeki filmlere bolca gönderme yapar. Öncelikle neredeyse gençlerden müteşekkil kadrosu ile 80'lerin gençlik filmlerini anımsatan bir yapısı vardır; seçilen oyuncular bile o dönemin ünlü çocuk veya genç oyuncularıdır (Drew Barrymore, Patrick Swayze). Sam Raimi'nin kült filmi Evil Dead (Kötü Ruh)'den E.T. ve Şirinler'e kadar birçok 80'ler filminden alıntı veya filmin kendisinden parçalar görürüz. Kullanılan müzikler bile o döneme aittir. Tüm bu özellikleriyle tam bir dönem filmi gibidir Donnie Darko. Biraz Tavşan Frank'ın da etkisiyle korku filmi etiketini de vurur kendisine. 80'lerde özellikle B tipi filmlerde işlenen 'zamanda yolculuk'  konusuyla da Bilim-Kurgu yaftasını alır. Gösterime girmesinden 10 yıl sonra artık psikolojik- şizofren filmler listelerinde yer almaya başladığını da görüyoruz internette. Bu nedenlerle olsa gerek türlerarası bir film olarak tanımlanır Donnie Darko. Bu özelliği yanı sıra senaryosu, diyalogları ve kurgusuyla da yönetmeninin ilk filmi olmasına rağmen 'muhteşem' sıfatını hak eder ve yine aynı sebeplerle sonraki filmlerinde yönetmen Richard Kelly'nin 'Shyamalan Sendromu' (yok öyle birşey ben uydurdum şimdi; yönetmenin ilk filmindeki büyük başarısını sonraki filmlerinde tutturamaması, izleyicinin beklentisini karşılayamaması anlamında) yaşamasına da sebep olur. Belki ilk seferde anlamazsınız filmi (bu normaldir), ama ikinci seferde taşlar yerine oturmaya başlar yavaş yavaş (çünkü artık neyle karşı karşıya olduğunuzu biliyorsunuzdur ve neyi nerede arayacağınızı veya nereye bakacağınızı) ve ancak üçüncü de bir puzzle sahnesi gibi, film tüm sırlarıyla karşınızda duruyordur artık.  Bu noktadan sonra ya çok seversiniz Donnie Darko'yu ya da nefret edersiniz!


Belki Wikipedia'da bulunan bu ayrıntıları paylaşmak filmi anlamanızı daha da kolaylaştıracaktır:

    24 Mayıs 2012 Perşembe

    SİNE-SAHNE: V FOR VENDETTA (James McTeigue, 2005), Domino Sahnesi

    Hiçbir zaman olmayı başaramayacağımız bir düşünce (şeklidir): V For Vendetta!
    Hangimiz o, sona kalıp yıkılmayan domino taşıyız acaba? 
    Ya da hangimiz bir "V" yiz?


    23 Mayıs 2012 Çarşamba

    ONDAN ÖNCE BU VARDI: THE INCREDIBLE HULK/ Hulk, 1978-1982, ABD, Fantastik, Macera


    2003 yılında sinemalarımıza konuk olan çizgi-roman fabrikası Marvel'ın aynı isimli çizgi-roman uyarlaması olan ve yönetmenliğini Ang Lee'nin yaptığı Hulk'un, bundan 30 yıl önce televizyon dizisi olarak yapılmış uyarlaması. Söz konusu olanın bir çizgi-roman uyarlaması ve çizgi-romanlardaki hayalgücünün de ne kadar geniş olduğunu göz önüne alırsak, o dönem için bu tür bir uyarlama gerçekleştirmenin de ne kadar zor olduğunu anlayabiliriz sanırım. 2003 versiyonunda Bruce Banner normal (dijital olmayan!) bir oyuncu tarafından canlandırılırken, Banner'ın değişim geçirmiş hali olan Hulk tamamen dijital bir canlandırma olarak karşımıza çıkıyordu. 1978 yılında yapılan ilk uyarlamanın zamanında ise böyle bir dijital evrim söz konusu değildi henüz ve bu nedenle de en azından Hulk'un yapısına uygun 'dev gibi' birinin Banner'ın diğer benliğini canlandırması gerekiyordu. İlk uyarlamada Bruce Banner'a Bill Bixby hayat verirken, onun Hulk'a dönüşmüş halini de dönemin vücut geliştirme şampiyonu ve Arnold Schwarzenegger gibi defalarca Mr. Universe olmuş, yani bir nevi dev sayılabilecek Lou Ferrigno canlandırıyordu. Biz de Bruce Banner Hulk'a dönüşürken, Bill Bixby'nin içinden bir 'yeşile boyalı ve kırçıl saçlı Lou Ferrigno' çıkışına şahit oluyorduk. Bu arada Lou Ferrigno'nun da en azından o dönemde, şimdiki dijital Hulk'tan bir farkı olmadığını da belirtmekte fayda var. İlk Hulk'un aktiviteleri, şimdiki gibi ve çizgi romanda olduğu gibi kilometrelerce zıplayıp arabaları, helikopterleri bir fıskesiyle duvara çarpmaktan ziyade kırıp dökme üzerine kuruluydu ve Banner Hulk'a dönüşürken yırtılan elbiseleri de sağdan soldan çekiştirilerek yırtılıyordu. Yine de dönemi için, Hulk gibi bir çizgi-romanı uyarlama gayreti gösterdiği için başarılı sayılırdı bu dizi. Seriye gönderme olarak 2003 versiyonunda Ang Lee, Lou Ferrigno'ya da ufak bir güvenlik görevlisi rolü vermişti. Ayrıca yeni gösterime giren 'Avengers'daki Hulk'a da sesiyle can veriyordu Ferrigno.


    21 Mayıs 2012 Pazartesi

    MR. NOBODY/ Bay Hiçkimse, Jaco Van Dormael, 2009, Kanada, Belçika, Almanya, Fransa, Dram, Fantastik

    Zamanda yolculuk üzerine kurulu filmleri hepimiz biliriz, buna en iyi örnek Geleceğe Dönüş serisidir. Bunları seyrederken, senaryo ne kadar iyi olursa olsun, filmden sonra hep bir eksiklik hissederiz; hissederiz ama onun ne olduğunu bir türlü bulamayız. Bunun en büyük nedeni bu tür filmlerin öznel yani (zamanda yolculuğu yapan) kahramanın gözünden anlatılıyor olmasıdır. Adam koskoca bir evreni ve zamanı bırakarak geçmişe gider; bu da demektir ki kahraman evrenin bütün zamanını geri alarak, yani bütün doğum ve ölümleri, süpernovaları, evrensel hareketleri vs. ufak bir 'Big Crunch/ Büyük Sıkışma'ya (Big Bang/ Büyük Patlama'nın tam tersi, evrenin daralarak başladığı noktaya dönmesi demektir. Bir çeşit Kıyamet olayı diyebiliriz.) sebep olmaktadır. Ama bu tür filmlerde bu geri dönüş hiç gösterilmez, çünkü imkansız olduğu için seyirciye mantıklı gelmez bu, bir kişiyi geçmişe yollamak daha kolaydır, sadece onun zamanını değiştirmek daha mantıklıdır. Oysa değildir işte, çünkü kahraman geçmişe gittikten sonra aslında geride bıraktığı evren ve zaman işlemeye devam eder. İşlemeyen kahramanın kendi zamanıdır! 


    Mr. Nobody/ Bay Hiçkimse tam da bu konu üzerine kurulu bir filmdir. Ancak sadece bununla sınırlı kalmaz, bunu yaparken bize bir evreni bütün zaman ve varlık boyutlarıyla göstermeye çalışır ve bu nedenle de fiziğin evrenin işleyişini açıklamak için kurduğu/ oluşturduğu bütün teorileri de bize sunar. Film Nemo Nobody isimli kahramanın tanıklığıyla, Güvercinin Batıl İnancı, Sicim Teorisi ve Herşeyin Teorisi, Kelebek Etkisi başta olmak üzere seçimlerimizde, yaşantımızda etkili olan bir çok Quantum Fiziği teorisini açıklamaktadır. 2092 yılında 118 yaşına girmek üzere olan Mr. Nobody hakkında hiçbir kayıt bulunmayan yeryüzünde kalmış son ölümlü insandır ve ölmek üzeredir. İnsanlar oy kullanarak onun ölmesine izin verilmeli midir yoksa yapay yollarla yaşatılmalı mıdır tartışmasını yapmaktadılar. Mr. Nobody ise bir psikologun karşısında yoksa bir gazetecinin mi demeliydim, ona hatırladığı kadarıyla hayatını anlatmaktadır ama hatırladığı herşey birbirine girmiş durumda ve daha küçük bir çocukken tren istasyonunda yapmak zorunda kaldığı 'annesiyle mi gitmeli yoksa babasıyla mı kalmalı' seçimi üzerine kuruludur. Ancak Mr. Nobody'nin de dediği gibi, "Eğer hiçbirini seçmezsek, bütün olasılıklar varlığını sürdürür" ve herbiri yeni bir gerçeklik, zaman ve boyut yaratır. Sicim teorisinde muhtemel bütün olasılıkları barındıran bu boyuta Anerk adı verilmektedir. Kısaca Mr. Nobody, Nemo Nobody'nin bu Anerk'ini anlatmaktadır. Ne var ki seçimlerimizi yaparken kendi irademiz kadar (hatta bundan daha da çok) 'kelebek etkisi' kanunu geçerli olmaktadır ve her seferinde elimizde olmadan yeni olasılıklar ve yeni boyutlar yaratmaktayızdır, fakat biz sadece kendi seçimimizi yaşarız. Diğerlerinden haberimiz bile olmaz! Mr. Nobody ise henüz cennette doğmak üzere sıra beklerken, unutuş melekleri onun üst dudağına dokunarak herşeyi unutmasını sağlamayı unuttukları için (bu dokunuşun bir izi olarak üst dudağımızda çukurluk vardır), herşeyi bilerek doğar. Çünkü doğmadan önce geleceğimize dair herşeyi biliriz (bunu bilmek insana acı vereceği için melekler bu bildiklerimizi bize unuttururlar işte). Bu nedenle de insanlar geçmişi hatırlarken, Mr. Nobody geleceği hatırlar. 117 yaşına geldiğinde artık hatırlayacağı bir şey kalmadığı için, kendisi de kendi hakkında hiçbir şey hatırlamaz. Hatırladıkları sadece bütün seçimlerdir ve kendisi dahil seyirci olarak biz de onun gerçekten hangisini yaşadığını bilemeyiz/ anlayamayız filmin sonuna kadar. 


    Yukarıda andığım ve hiçbir fikriniz olmadığını varsaydığım onca fizik teorisi sizi korkutmasın, filmdeki bazı bölümlerde Fizikçi Nemo Nobody tarafından bu teoriler bir ders ya da belgesel tadında açıklanmakta ve seyircinin de bunlar hakkında bir fikri olması sağlanmaktadır. Zira film dediğim gibi bütün bu teoriler üzerine kuruludur. Film boyunca izlediğimiz Mr. Nobody'nin seçimleri yani farklı hayatlar/zamanlar ve boyutlar arasındaki geçişler, sanırım şimdiye kadar yapılmış ‘en iyi geçişler’ nitelemesini de hak ediyordur. Kelebek Etkisi’nden Donnie Darko’ya, The Jacket’ten Sil Baştan’a ve hatta Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi’ne kadar zaman, paralel evrenler ve gerçeklikler, başka boyutlar üzerine kurulu birçok filmi anımsatan Mr. Nobody, sonunda onların hiçbirinin yapmaya cesaret edemediğini yapıp zamanda yolculuğun ‘evrende’ nasıl gerçekleşeceğini bize gösteren bir film.
    Sonunda, Mr. Nobody’nin baştaki "Eğer hiçbirini seçmezsek, bütün olasılıklar varlığını sürdürür" cümlesine takılan aklımızla; acaba hiçbirini seçmediği için mi bütün olasılıkları yaşamış gibi hatırlıyor diye de sormadan edemiyoruz!

    11 Mayıs 2012 Cuma

    O AN: UNBREAKABLE/ Ölümsüz- Final Sahnesi (M. Night Shyamalan, 2000)

    (UYARI: Yazının devamı filmin sonuna ilişkin ciddi bir spoiler -ipucu diyelim- içermektedir. Eğer filmi seyretmediyseniz okumanız kesinlikle önerilmez, önce seyredin sonra gelin okuyun diyeceğim ama o zaman da birşey ifade etmeyebilir zaten gördüğünüz için  finali. 'O zaman sen niye burada bundan bahsediyorsun' derseniz de, 'Ama çok fena be kardeşim, değinmeden olmaz' cevabını alırsınız. Ayrıca benim de olaya ufak bir açıklamam var finale ek olarak. Neyse karar sizin, bunca laftan sonra hala okumak istiyorsanız devam o halde!)

    Hepimiz artık Shyamalan filmlerinin bir twist -filmin sonunda açıklanan ve genelde insanı ters köşe yapan gizem- üzerine kurulduğunu ve finalde bizi bir sürprizin beklediğini biliyoruz. Genelde de, öyle olmasa bile (Happening'i hatırlayın) hepimiz artık yönetmen ve senarist olarak Shyamalan adını gördüğümüz her filmde böyle bir twist veya aydınlanma bekliyoruz, bizim için en büyük sürpriz ise herhangi bir filminde böyle bir aydınlanma görmemek oluyor. Yine de 'Happening'den önceki bütün filmlerinde böyle bir sürpriz son olduğunu biliyoruz. Ancak bu sonların hiçbiri (Sixth Sense/ Altıncı His de dahil olmak üzere buna), Unbreakable/ Ölümsüz'deki gibi bir ana indirgenmemiştir. Filmin finalindeki tek bir kareyle birlikte (ki bu da bir an oluyor), hiç beklemediğiniz bir anda karşınıza finalin sürprizi konuverir. Siz daha 'Ne oluyor?' diyemeden tekrar 'o an'a dönersiniz: David Dunn ve Elijah Price'ın ilk defa tokalaştıkları (ya da birbirlerine temas ettikleri) ana. İyi ile kötünün, tanrısal ile şeytani olanın ayrımının yapıldığı ve hem David'in hem de Elijah'ın kendi anlamlarını bulduğu bu an, açık bir şekilde Michelangelo'nun Sistine Şapeli'nin tavanına 1511 civarında yapmış olduğu Ademin Yaratılışı'nı tasvir eden freskine bir göndermedir. Tanrı'nın Adem'e dokunarak (Tanrı'nın parmağı Adem'in parmağına değmek üzeredir) ona can verdiği ya da hayat üflediği o an, filmde tokalaşma sahnesiyle canlandırılmıştır. Elijah insanı yani aciz olanı, kötülüğe yatkın olanı sembolize ederken; David (kendi ölümsüzlüğü ve mükemmelliği ile) tanrısal olanı sembolize etmektedir. Konumları bile freskteki Adem-Tanrı konumlandırmasıyla aynıdır: Solda Adem/ Elijah, sağda ise Tanrı/ David bulunmakta, ayakta olan David'in eli biraz daha yukarıdan uzanmaktadır. Diğer taraftan her iki kahramanın isimlerinin birer peygamber adı olması da (Elijah/ İlyas; David/ Davut) sahnenin kutsallığını bir nebze daha arttırmaktadır. 

    "Elijah - Bu sabah uyandığında hala üzgün müydün? Şu hüzün!
    David - Hayır!
    Elijah - Artık el sıkışabiliriz."
    "Elijah - En korkunç olanı ne biliyor musun? Bu dünyadaki yerini bilmemek. Neden geldiğini bilmemek. Bu, bu çok korkunç bir duygu.
    David - Ne yaptın sen?
    Elijah - Umudumu kaybetmiştim. Kendimi o kadar sık sorguladım ki bilemezsin.
    David - Bir sürü insanı öldürdün!
    Elijah - Ama seni buldum. Bu yüzden çok fedakarlık ettim. Sadece seni bulmak için.
    David - Aman Tanrım!
    Elijah - Artık kim olduğunu biliyoruz. Ben de kim olduğumu biliyorum. Ben bir hata değilim. Herşeyin anlamı var. Hikayelerde kötünün nasıl olacağını bir bakışta anlarsın, değil mi? İyinin tam zıttı biridir. Çoğunlukla senin ve benim gibi iki arkadaştır. Çok önceden bilmeliydim. Neden, biliyor musun David? Çocuklar yüzünden!
    Bana 'Bay Cam' derlerdi." 

    9 Mayıs 2012 Çarşamba

    FİLMSEL KAVRAMLAR: MAKİNE (Person of Interest, Jonathan Nolan, 2011; Eagle Eye/ Kartal Göz, D. J. Caruso, 2008; Echelon Conspiracy/ Echelon, Greg Marcks, 2009)


    Televizyonlarda 2011 yılında gösterilmeye başlayan ve senaryosunu Jonathan Nolan'ın yazıp yönettiği Person of Interest (İlgili Kişi) adlı diziyle tekrar karşımıza çıkan 'makine' kavramı, farklı isimlerle de olsa daha önce Eagle Eye/ Kartal Göz ve Echelon Conspiracy/ Echelon filmlerinde de karşımıza çıkmıştı. Özellikle Amerika'nın 11 Eylül'deki İkiz Kuleler ve Pentagon saldırıları ardından ortaya çıkan kendini koruma güdüsünün en uçlara varan halini sembolize etmektedir 'Makine'. Her ne kadar Eagle Eye'da makinenin adı Eagle Eye/ Kartal göz ve Echelon Conspiracy'de de Echelon olmasına rağmen, burada Person of Interest'deki gibi meçhul/ bilinmeyen/ adsız halini vurgulamak için sadece 'Makine' tercih edilmiştir. Genel olarak her üç senaryoda da Makine'nin görevi aynıdır: ABD'nin ulusal güvenliğine yönelik gerçekleşebilecek bir terörist saldırıyı önceden görerek/ tahmin ederek, buna engel olmak. Elbette bunun olabilmesi için de eldeki bütün teknolojik, dijital ve sanal veri bankalarının bu 'Makine'ye bağlanması gerekmektedir; bu veri bankalarından gelen bilgiler 'Makine'nin süzgecinden geçerek (yani analiz edilerek) kimin ya da kimlerin sisteme karşı bir terörist eylem içine gireceklerini ortaya koymaktadır. Peki bu teknolojik, dijital ve sanal veri bankaları nelerdir? Aslında hepsini çok iyi biliyor ve her an içinde yaşıyorsunuz: Facebook, Twitter, Google+, Flickr, MySpace vb. yaygın ya da bunlar kadar yaygın olmayan bütün sosyal paylaşım siteleri, cep telefonları ve cep telefonlarıyla yapılan bütün görüşmeler, GPRS ve GPS aletleri, bütün wireless ve bluetooth aletler, güvenlik ve mobese kameraları, devlet kurumlarının kayıtları ve aklınıza dahi gelmeyecek onlarca alet ve sistem. Bu aşamada özellikle 'Echelon' önemlidir, çünkü bilmeyenler için ekleyelim bu sadece filmsel bir kavram değil aynı zamanda günümüzde bazı devletler tarafından uygulanan/ kullanılan bir sistemdir. Echelon, dünya medyası ve popüler kültürün AUSCANZUKUS olarak bilinen Avustralya, Kanada, Yeni Zelanda, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından imzalanan UKUSA Antlaşması'na dayalı bir istihbarat sinyalleri toplama ve analiz ağı işletimini açıklarken kullandıkları isimdir. Başka bir deyişle Echelon, bütün telefon görüşmelerini ve e-postaları izlemeye alarak önceden belirlenmiş anahtar kelimeleri (bomba, El Kaide, saldırı vb.) arar, bu kelimelerin geçtiği konuşma ve e-postaları takibe alır.

    Aynı şekilde, Person of Interest'te de 'Makine', cep telefonu konuşmaları, e-postalar, mobese ve güvenlik kameraları gibi her türlü teknolojik takip cihazı ile bütün nüfusu takip ederek bir olaya karışacak kişileri saptamakta ve bu kişilerin sosyal güvenlik numarasını vermektedir. Ancak 'Makine' bu saptamayı yaparken sonuçları 'Person of Interest/ İlgili Kişi' ve 'Person of Uninterest/ İlgisiz Kişi' şeklinde ikiye ayırmaktadır. Person of Interest kategorisinde sosyal güvenlik numaraları çıkan kişiler devlete karşı bir terörist eylem hazırlığı içine girecekken, Person of Uninterest kategorisindeki numara sahipleri (devleti tehdit etmeyen) herhangi bir olaya karışarak maktül ya da katil olacak kişilerdir. Makine devlet için önemli olan ilgili kişilerin numarasını saklarken, devlet için önemsiz olan ilgisiz kişilerin numarasını 12 saat içinde silmektedir; yani devlet ilgili kişilerin peşine düşerken ilgisiz kişileri oluruna bırakmakta, müdahale etmemektedir. Dizinin baş kahramanları Makine'nin yaratıcısı Harold Finch ve CIA'nın gözden çıkardığı eski bir ajan olan John Reese bir ortaklık kurarak devlet için ilgisiz ama kendileri için 'ilgili kişi' (Person of Interest) olan bu insanların karışacakları olayı/suçu engellemeye çalışmaktadırlar her bölümde. Dizideki geriye dönüşlerden anlaşıldığı kadarıyla hem Finch'in hem de Reese'in sevdiği kişilerin numarası çıkmıştır Makine'de, ama bunu sadece Finch bilmektedir. Makine'nin server'ı sistem devlete devredilmeden önce Finch tarafından çok gizli bir yere kurulmuştur ve Finch kendi oluşturduğu bir arka kapıyla sistemi devlete devrettikten sonra da server'a girerek Makine'nin verdiği numaraları görebilmektedir. Bu sayede kendileri için 'ilgili kişi' konumunda olan insanların numaralrını görebilmekte ve yine sosyal paylaşım sitelerine, maillerine ve cep telefonlarına  girerek onlar hakkında bilgi toplamakta ve takip edebilmektedir. Bir bölümde Reese'in Finch'e söylediği 'İnsanların herşeylerini paylaşım sitelerinde herkese açmalarına anlam veremiyorum." cümlesine karşılık Finch'in ona verdiği cevap bu aşamada oldukça anlamlıdır, "Bütün o siteleri ben kurdum Bay Reese" der, "Makine'nin bilgi toplamak için veri bankalarına ihtiyacı vardı."...

    Echelon ve Eagle Eye/ Kartal Göz ile karşılaştırıldığında, Person of Interest'in Makine'si çok masum kalmaktadır aslında. Zira Makine yaşama etki etmemekte veya cep telefonları ile insanlarla iletişime geçmemektedir (en azından şimdilik), onun yerine bunu Finch ve Reese yapar. Kartal Göz ve Echelon ise hem kişilerle iletişime geçtikleri gibi hem de yaşama etki edebilmektedirler. Özellikle Kartal Göz her türlü uzaktan kumandalı aleti (vinç, otomobil vs.) kontrol edebilmekte, iletişim için sadece cep telefonunu değil ışıklı yazıları da kontrol edebilmektedir. Öyle ki, Kartal Göz bütün bu 'iletişim' araçlarını kullanarak 'tehlike' olarak algıladığı ABD başkanı ve kabine üyelerine suikast planı hazırlayabilmektedir. Aslında burada da makinelerin ana sorunu ortaya çıkmaktadır (özellikle Kartal Göz ve Echelon'da böyledir): İnsanlar tarafından kendi programlarına uymayan bir davranış gerçekleştirildiğinde bunu devlet için (ABD tabikii) bir tehlike olarak algılamakta ve bu durumda ne yapmaları gerekiyorsa onu yapmaktadırlar, yani acil durum planını devreye sokarak bu kararı alanları yok etmeye çalışmaktadırlar. Bir anlamda "2001: Bir Uzay Destanı"nın üstün bilgisayarı HALL gibi bir yoldan çıkmışlık sergilemektedirler. Bu da bize her zaman kendi ürettiğimiz makinelere karşı aynı zamanda bir korku ve endişe de beslediğimizi göstermektedir. Kendi ürettiğimiz makineler eninde sonunda bize karşı da olacaklardır (burada da MATRİX demeden geçmeyelim) ya da başkaları tarafından bize karşı da kullanılabileceklerdir.
    "Makine" kavramı, yukarıda da denildiği gibi artık gündelik yaşantımızın bir parçası olmasıyla pek de filmsel bir kavram sayılmaz; elimizdeki gazeteyi okumaktan tutun da, konuştuklarımızı dinlemeye kadar her ince işi yapan ya da istihbaratı toplayan ve gökyüzünde dolaşan uydular olduğu sürece, en basitinden cep telefonunuz kapalı bile olsa dünyanın neresinde olursanız olun sizi bulacak/görecek/duyacak bir 'göz' vardır yukarıda. Bu aşamada yıllar önce X-Bilinmeyen bilim-kurgu dergisinde (X-Bilinmeyen 1978, 22) okuduğum Fredric Brown'un YANIT isimli öyküsü aklıma geldi, konuyla büyük ilgisi olması açısından buraya olduğu gibi aktarıyorum:
    "Dwar Reyn, merasimle, son kaynağı yapıyordu. Oniki kadar kameranın gözleri onu izliyor ve tamamlanmakta olan işlemin çoğaltılmış görüntülerini evrene yayıyordu.
    Doğruldu ve Dwar Reyn'e hafifçe işaret verdi; sonra indirdiği zaman bağlantıyı sağlayacak kolun önünde durdu. Bu kol bir anda evrenin oturulabilinir seksen dört milyar gezegenindeki devasa bilgisayarları tek bir devre halinde bağlıyacak; böylece bu yapma beyinler, bütün galaksilerin bütün bilgilerini içine alacak ve merkezileştirecek muazzam bir sibernetik makineyi oluşturacaktı.
     Dwar Reyn sayısız izleyiciye bir kaç kısa söz sundu. Bir anlık sessizliği takiben Dwar Reyn, kolu indirdi. Seksen dört milyar gezegenden kopan kuvvet akımının muhteşem vızıltısı duyuldu. Kıvılcımlar fışkırdı ve söndü.
    Dwar Reyn geriledi:
    - İlk soruyu sorma onuru size ait, Dwar Reyn!
    Dwar Reyn:
    -Size müteşekkirim, dedi. Bu hiçbir sibernetik makinenin şimdiye dek çözümleyemediği bir soru olacak.
    Makineye doğru döndü:
    - Bir tanrı var mı?
    Güçlü ses hiç duraksamadan ve hiç bir cızırtı çıkarmadan yanıtladı, onu:
    - Evet, ŞİMDİ BİR TANRI VAR!...
    Dwar Reyn'in yüzünde korkulu bir anlam belirdi. Kolu kaldırmak için sıçradı.
    Fakat, o anda, bulutsuz gök, Dwar Reyn'i sersemleten bir ışık demetiyle yarıldı ve hiçbir insanın asla indirmemesi için, kolu lehimledi!"

    Unutmayın Tanrı herşeyi bilir/ görür ve duyar. O gökyüzündeki 'göz'dür!

    4 Mayıs 2012 Cuma

    SİNE-ART: JUSTIN REED

    Justin Reed, 1979 doğumlu bir illüstrasyon sanatçısı. Massachusetts- Dartmouth Üniversitesi'nden İllüstrasyon bölümü mezunu. Halen Amerika-Vermont'da yaşamını sürdüren sanatçı, her janr'a ait birçok unutulmaz filmden çeşitli karelerin ve karakterlerin illüstrasyonlarını yapmasıyla ünlü. İşte onun çalışmalarından örnekler; peki filmleri tanıdınız mı?















    2 Mayıs 2012 Çarşamba

    LOOSE CHANGE Final Cut, Dylan Avery, 2007, ABD, Belgesel


    Final Cut (2007) dışında Second Eition (2006) ve 9/11: An American Coup (2009) alt başlıklarını taşıyan versiyonları da bulunan Loose Change, hepimizin çok iyi bildiği ve defalarca TV ekranlarında çok yakından izlediğimiz bir vahşet ya da büyük bir plan üzerine yoğunlaşarak, olayı bize farklı bir açıdan gösteriyor: 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika'daki İkiz Kuleler'e ve Pentagon'a yapılan terörist saldırıları! Artık İkiz Kuleler söz konusu olduğunda ağlanmalarına ve hemen ardından Müslümanlar'ı suçlamalarına alıştığımız Amerikalılar'ın aslında hiç de o kadar masum olmadıklarını (ki bunu biliyorduk zaten) anlatmaya çalışıyor bize bu belgesel. Bizim bildiğimiz birşeyin, onlar tarafında birileri tarafından yapılması da ayrıca önemli yapıyor bu filmi; ama bu 'onlar tarafından biri tarafından yapılması' sırf 'kontrollü bir muhalefet' yaratmak için yapılan bir olay değil. Yani, aslında bildiğiniz sistemin 'tekerine çomak sokma' olayıdır bu filmde seyrettiğimiz görüntüler. Çünkü 'uçaklar İkiz Kuleler'e çarpmadan birkaç saniye önce Kuleler'in bodrumundan gelen patlama sesinden' tutun da 'bu eylemin provolarının ABD hükümeti tarafından yıllar öncesinden yapılmaya başlanmasına' kadar öyle 'acayip' ithamlar var ki film içinde, masum olmadığını bildiğimiz ABD hükümeti için bile 'hadi canım!, yok daha neler!' gibi ünlemli cümleler kurdurtmaktadır insana seyrederken. Genelde görgü tanıklarının ve binalardan sağ kurtulmayı başarmış insanların ifadelerinden, ABD hükümetinin önceki yıllarda izlediği politika ve uygulamalarla hükümet yetkililerinin açıklamalarından yola çıkan yönetmen Avery, ABD hükümetine ve olayı araştıran kurullara ağır eleştiriler getirmektedir. Film bu korkunç saldrıyı, uzun yıllar öncesinden hazırlanan ve takip edilen planlı ve programlı bir ABD (hükümeti) eylemi olarak bize sunmakta ve kendince de bunu kanıtlamaktadır (bu aşamada biz de ABD'nin kendi çıkarları için yapmayacağı/ girmeyeceği hareket, eylem, savaş vb. bir plan olmadığını biliyoruz zaten).
    Belgesel, yapımcı şirket "Louder than Words"ün tüm yayın haklarından vaz geçmesiyle birlikte internette serbestçe izlenebilmektedir.



    İşte belgeselde üzerinde durulan kanıtlar:

    1. 1999'da Kuzey Amerika Hava Savunma Komuta Merkezi (NORAD), bir uçağın kaçırılıp İkiz Kuleler ve Pentagon'a çarpmasıyla ilgili tatbikatlara başladı.
    2. 24 Ekim 2000: Pentagon, ilk egzersizleri MASCAL adıyla yürürlüğe koydu. Boeing 757'nin Pentagon'a çarpması simülasyonu bunlardan biriydi.
    3. Nisan 2001: Usame bin Ladin, Dubai'deki Amerikan Hastanesi'nde CIA'nın bölge şefi tarafından ziyaret edildi.
    4. 24 Temmuz 2001: Dünya Ticaret Merkezi'nin sahibi Larry A. Silverstein, olaydan 6 hafta önce kuleleri 99 yıllığına kiraladı. 3.5 milyar dolarlık sigorta poliçesi terörizmi de kapsıyordu.
    5. 6 Eylül 2001: Bomba koklayıcı köpekler kulelerden çekildi. Güvenlik görevlilerinin vardiyaları 2 hafta boyunca 12 saatin sonunda bitiyordu.
    6. 10 Eylül 2001: Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice, San Francisco Belediye Başkanı Willie Brown'u arayarak ertesi sabah uçmamasını söyledi.
    7. 11 Eylül 2001: Washington, Andrews Hava Üssü'nden üç F-16'yı, Pentagon'dan 15 mil uzaktaki Kuzey Carolina'daki eğitim görevine gönderdi. ABD'yi korumak için 14 uçak kaldı.