22 Haziran 2012 Cuma

EQUILIBRIUM/ İsyan, Kurt Wimmer, 2002, ABD, Bilim-Kurgu, Dram, Aksiyon


Gösterime girdiği dönemde fazla ilgi görmemiş, hatta yapımcısını da bir hayli zarara uğratmış bir filmdir Equilibrium/ İsyan. Ancak bu tür filmler, kendilerinden sonra çekilmiş ve büyük gişe başarısı sağlamış benzer filmlerin etkisiyle kendilerini gösterebilmekte ve gerçek değerleri ortaya çıkabilmektedir. Özellikle George Orwell'in (ve tabikii Michael Radford'un)1984, Aldous Huxley'in (birkaç defa da hem TV hem de video için çekilen) Brave New World (Cesur Yeni Dünya) ve Ray Bradbury'nin (François Truffaut tarafından da sinemaya aktarılmış) Fahrenheit 451 isimli eserlerine açık göndermelerle dolu olan Equilibrium, kendisinden sonraki evrede de V for Vendetta ile yakın etkileşim içerisindedir. Bilenler bilirler, bütün bu eserlerin ortak özellikleri genellikle hepsinin üçüncü dünya savaşından sonra (veya geniş çaplı bir toplumsal olaydan sonra) totaliter bir rejimin hakim olduğu bir dünyada geçmesi ve halkın/ insanların da çeşitli ilaçlar veya propaganda yoluyla uyutularak sistemin/kurulu düzenin veya dünyanın dışına çıkmalarının (sizin anlayacağınız bir nevi 'koyuna' veya 'robota' dönüştürülerek) engellenmesidir. Yine bu eserlerin filmlerine baktığımızda (Equilibrium da dahil olmak üzere), hepsinde neredeyse siyah-beyaz düzeyinde bir renksizliğin, daha çok gri/koyu veya soğuk tonların hakim olduğunu görmekteyiz. Bu hem mevcut düzenin tek tipliğini, yani totaliterliğini hem de dünyanın renksizliğini, yani duygusuzluğunu vurgulamaktadır. Çünkü insanları tek tipleştirmenin ve onları yaşama/sisteme karşı tepkisizleştirmenin en iyi yolu, verilen ilaçlarla ve baskı propagandasıyla onları duygusuzlaştırmaktır. İlaçlarla insan duygularını kontrol altına alan/ körelten iktidar, uyguladığı baskı propagandasıyla da 'duyguların' yeniden oluşmasına, insanların yeniden 'hissetmesine' engel olmaktadır. Bunun da en iyi yolu, "duygularımızın veya hissettiklerimizin bir dışa vurumu olarak sanatın" tamamen yok edilmesidir. Yukarıda anılan bütün filmlerde, totaliter iktidarın yönettiği toplum içinde sanatın en ufak belirtisi bile yoktur; çünkü o duygularımızı dışa vurur, bizi diğer insanlara anlatır ve bu iktidar/sistem veya her neyse onun için zararlıdır.
Equilibrium'un hikayesi de bu noktada başlamaktadır işte. Üçüncü dünya savaşından sonra dünya totaliter rejimlerin hakim olduğu şehir-devletlerine ayrılmıştır ve hikayenin geçtiği Libria da bunlardan bir tanesidir. Liderliğini, hiçkimseyle muhatap olmayan ve kimseyi de muhatabı saymayan Başrahip'in (Father) yaptığı Tetragrammaton Konsül'ü tarafından yönetilen Libria'da, insanların Prozium (günümüzün Prozac'ını veya Cesur Yeni Dünya'nın soma'sını ne kadar da çok andırıyor) adlı bir ilacı kullanmaları sağlanarak tüm duygusal tepkileri/ duyumsamaları sıfıra indirilmiştir; sözde üçüncü dünya savaşı sırasında ve sonrasında artan şiddet olaylarını yok etmek için geliştirilen bu ilaç, aslında totaliter rejime sadık, baş kaldırmayan, kolay yönetilen, duygusuz robot insanlar yaratmak için kullanılmaktadır. Herhangi bir duygusal tepkimeye yol açacak her türlü sanat eseri (resim, müzik, edebiyat vd.) yasaklanmış, yüzyılların duygusal birikimi olan tüm eserler toplanarak yok edilmiştir. Duyumsamak, duygulanmak, hisetmek ve buna sebep veya aracı olacak herşey suçtur Libria'da. Yine de yeraltında gelişen isyancı bir hareket Tetragrammaton'a karşı halkı uyarmaya çalışmakta ve gizlice, kurtarabildikleri sanat eserlerini insanlara dağıtıp duygularını yeniden kazanmalarını sağlamaya çalışmaktadır. Ancak elbette duygunun, sanatın suç sayıldığı yerde; bu suçu işleyenleri saptayıp cezalandıracak özel bir polis birliği de kurulmuştur. Grammaton Rahipleri adını taşıyan bu birliğin rahipleri, tıpkı Fahrenheit 451'in kitapları yakan  itfaiyecileri gibi, buldukları sanat eserlerini "EC-10" (Emotional Content/ Duygusal İçerik) olarak değerlendirip, Mona Lisa bile olsa hiç gözünün yaşına bakmadan yakmakta ve bu suçu işleyenleri de cezalandırmaktadırlar, ki bu ceza genelde ölüm olmaktadır. Libria'da duygusal bir insan olmanın ne kadar ölümcül sonuçları olan ağır bir suç olduğunu varın siz düşün artık. Üstelik bu cezalandırmalarda ortaya çıkacak karşı koymalar için sadece Grammaton Rahipleri'nin kullandığı 'Gun-Kata' denen özel bir dövüş sanatı geliştirilmiştir. Filmin bütün aksiyon sahnelerinde, Matrix'e taş çıkartacak cinste karşımıza çıkan Gun-Kata, rahiplerin tabancalarını kullanarak (bir taşla üç kuş vurmak misali) çeşitli biçimlerde ve karate hareketleri eşliğinde hedefe ateş etmelerini sağlamaktadır. Filmin ana öyküsü, her yurttaşın her sabah içmek zorunda olduğu Prozium şişesini kırması sonucu içmeyi bir gün aksatan Grammaton Rahibi Preston'ın bunun sonucunda 'hissetmeye' başlaması üzerine kuruludur. Karısı da bir 'duygusal suçlu' olduğu için hayatını kaybettikten sonra küçük oğlu ve kızıyla yaşayan Preston'ın duygusal katsayısı, ilacı içmeyi unuttuğu gün gittiği bir görevde karşılaştığı kadın ve onun yarattığı gizli sanatsal odayı görünce iyice artar. Filmin başlarında ortağını da aynı sebeple kaybeden Preston, bu olaydan sonra ilacı almayı tamamen keser ve yeraltındaki isyancı grupla irtibat kurmaya çalışır. Artık tek amacı vardır, Tetragrammaton'u ve Başrahip'i öldürüp, insanların özgürlüklerıni kazanmalarını sağlamak.
Kelime olarak 'denge' anlamına gelen Equilibrium, her ne kadar ona sahip olunca dengesizleşiyormuşuz hissine kapılsak da, aslında tüm dünyamızı dengeleyen unsurun duygularımız olduğunu anlatmaktadır. Asıl dengesizlik, duygularımızı kaybettiğimiz ve artık hissetmemeye başladığımız zaman ortaya çıkmaktadır, çünkü insan duygusal bir canlıdır ve kendi doğanı inkar etmek en büyük dengesizliktir. Aynı zamanda, her ne kadar filmde ilacın adı Prozium olsa da, Equilibrium adındaki -librium (Prozac veya yüzlerce benzeri gibi) bugün kullanılan ve bağımlılık yapabilen, hastayı uyutmadan sakinleştirmeye yarayan bir ilacın adıdır (ve büyük ihtimalle içinde yaşadığımız sistemlerde -gözleri açık ya da kapalı-uyutmak/uyutulmak, denge anlamına geldiğinden olsa gerek, bu isim verilmiştir ilaca).
Sonuçta, geleceğin toplumunun temelleri şimdiden atılmıyor mu?


18 Haziran 2012 Pazartesi

ARLINGTON ROAD/ Arlington Yolu aka. Korkunç Politika, Mark Pellington, 1999, ABD, Dram, Gizem

Hani bazı filmler vardır filmi arkadaşlarınıza, çevrenize anlatırken sonunu anlatmak istersiniz bir an önce; "Lan sonunda da şöyle oluyordu, çok fenaydı yaa!" demek istersiniz ama diyemezsiniz, anlatamazsınız bir türlü filmin sonunu, hayır, Shyamalanvari şok edici, beklenmedik bir finali olduğu için değil; daha başka, bambaşka, hatta yazılmış bütün film senaryolarında görmeye alıştığımız bazı 'son/final' kurallarını ve klişelerini ters yüz ettiği içindir bu. Böyle bir 'son veya final' anlatılamayacağı, sadece seyirci tarafından görülür/ seyredilir ve yaşanırsa farkının, öneminin (ve güzelliğinin diyeceğiz ama güzelliğinin demeye dilimiz varmıyor) anlaşılabileceği içindir. Film her anında bize biraz daha umut verirken sonuna dair, sonunda bizi düşüreceği umutsuzluğu da zerre kadar açık etmemektedir. Bizim de sonunu söylememekte/ yazmamakta kendimizi zor tuttuğumuz (ki bu kurulan cümlelerden de anlaşılabilir) Arlington Yolu işte böyle bir filmdir. Başından sonuna kadar ince ince işlenen senaryo, kullanılan bütün klişelere rağmen (bir terör saldırısına kurban gitmiş FBI ajanı kadın, bunun acısını yaşayan hafiften sıyırmak üzere olan- veya öyle sanılan- ve üniversitede tarih profeserü olan bir koca, onların küçük çocukları ve yeni taşınan garip komşuları) ulaşılan sonuç itibariyle hepimizi kısa süreli komaya sokmaktadır!
Michael Faraday, üniversitede terörizm üzerine dersler veren bir tarih profesörüdür ve bir süre önce FBI ajanı olan karısını bir saldırıda kaybetmiştir. Biraz da bunun etkisiyle yoğunlaştığı terör konusunda gittikçe paranoyak bir hale gelmektedir ve tam bu aşamada 9 yaşındaki oğluyla (ve arada sırada onlarda kalan sevgilisiyle) beraber yaşadığı banliyödeki evlerinin karşısına yeni bir aile taşınır. Filmin açılışında Michael arabasıyla evine giderken, yolun ortasında kanlar içinde bir çocuğun koşturduğunu görür ve onu alıp acil servise götürür. Her ne kadar bir ailenin kendi çocuklarını böyle bir komploya dahil edemeyeceğini düşünsek de biz, Michael'ın bu hareketi onu büyük bir komplonun(?) içine çekecektir. Karşı eve yeni taşınan komşularının Brady isimli oğlu olan bu yaralı çocuk, daha sonra Michael'ın oğluyla yakın bir arkadaşlık kuracak ve bu vesileyle her iki aile de birbiriyle yakınlaşma fırsatı bulacaktır. Öyle ki bir süre sonra Michael'ın oğlu Grant, komşularının evinden çıkmamaya başlayacak ve babasından göremediği şefkatin yerini, annesini kaybetmenin oluşturduğu boşluğu ve bir kardeşin arkadaşlığını bu komşu ailenin fertleriyle dolduracak, üstelik bu duygusal bağlılığın derecesi de gittikçe artacaktır. Biraz bunun, biraz da karısını bir terör saldırısına kurban vermenin etkisiyle iyice paranoyaklaşan Michael, bir gece misafirliğe gittiği komşusunun çalışma masasında bir takım mimari planlar görür; her ne kadar komşusu Oliver bunun üzerinde çalıştığı bir alışveriş merkezi olduğunu söyleyip hemen planları kaldırsa da, Michael ona inanmaz. Bu planların, içinde ofisler olan bir binaya ait olduğunu düşünen Michael, Oliver'ın bunun bir 'alışveriş merkezi' olduğunu söylemesinden şüphelenerek onun hakkında araştırma yapmaya başlar. Bu arada Michael'ın derslerinde FBI binalarına düzenlenen terörist saldırıları inceleyip, bunlar hakkında yorumlar yaptığını da hatırlatmakta da fayda var. Dışardan bakınca mükemmel bir aile görüntüsü veren ve kendi oğlunu da aralarına almayı başaran yeni komşuları hakkında araştırma yaptıkça şüpheli sonuçlara ulaşan Michael, onların bir terörist gruba dahil olduklarını ve yeni bir eylem hazırlığı içinde olduklarını düşünmeye başlar. Ancak Michael'ın bu düşüncesi bize öyle yansıtılır ve ulaştığı sonuçlara komşuları öyle açıklamalar getirir ki, sadece biz değil başta karısının eski ortağı olmak üzere FBI'da çalışan arkadaşları ve dostları da Michael'ın yavaş yavaş paranoyanın esiri olmaya başladığını düşünürler.
Aslında basit bir konusu olmasına ve son model teknolojik efektler olmamasına rağmen başından sonuna kadar merak ve umutla kendisini izlettiren bir film Arlington Yolu. Her ne kadar finale doğru 'kimin, ne olduğu' anlaşılsa da, bu sefer de insanın aklına 'Eee, şimdi ne olacak da herşey düzelecek?' diye bir kurt düşürmekte ve finalinde de, tabiri caizse, o kurtu bize yutturmaktadır.
Filmin tanıtım cümlesinde de dendiği gibi, "Bu mükemmel hayat, mükemmel arkadaşlıklar, mükemmel düzen, bu mükemmel yer hep bir sırrı saklamak içindir.".


13 Haziran 2012 Çarşamba

LOS CRONOCRIMENES, aka Timecrimes/ Suç Zamanı, Nacho Vigalondo, 2007, İspanya, Dram, Bilim-Kurgu

İlk olarak bu film hakkında heryerde (heryerde= internette) rahatça bulabileceğiniz konusuna değinmekte fayda var, çünkü heryerde yazan cümleler veya konu özeti  aynıdır. "Karısıyla birlikte yeni bir eve taşınmış, sıradan bir adam olan Hector, bir gün elinde dürbünü evinin karşısındaki ormanı gözetlerken ağaçların arasında çıplak bir kız görür. Bir kaya üzerine uzanmış olan bu kızı bulmaya gitmeye karar verir, ama oraya gittiğinde yüzü bandajlı bir adamın saldırısına uğrar ve adam Hector'u bir makasla omzundan yaralar...". İşte bundan sonrasını anlatmak biraz güç, çünkü hem filme dair ciddi ipuçları içerir hem de senaryonun işleyişini açık eder; (fakat illa da merak ediyorsanız devamını okuyun) kendini yaralayan adamdan kaçmaya başlayan Hector laboratuar benzeri bir mekana sığınır ve mekanda bulduğu bir telsizle iletişim kurduğu başka bir adamın yönlendirmesiyle de adam onu kendi bulunduğu binaya getirir. Burada onu, peşindeki bandajlı adamdan saklamak için ve biraz da zorla garip bir makinanın içine sokar adam ve kapağını kapatır. Hemen ardından da Hector makinadan çıkar; ama hem onu oraya sokan adam ona bir garip bakmaktadır artık, hem de girerken karanlık olan gökyüzü makinadan çıktığında aydınlanmıştır artık! Aslında Hector'un içine girdiği makina bir zaman makinasıdır ve onu 'diğeri'nden saklamak için oraya sokan adam, o girdikten sonra makinayı 'tekrar' çalıştırmıştır. Çünkü daha sonra anlayacağımız gibi, bu da Hector'un makinaya ilk girişi veya saklanışı değildir ve sonuncusu da olmayacaktır. Bundan sonrasını özetlemek için şöyle diyebiliriz aslında; hani Alfred Hitchcock filmlerinin bir özelliği ve düsturu vardır, "Eğer filmde bir sahnede bir silah (vb. şeyler de olabilir) görünüyorsa o silah ilerleyen sahnelerde mutlaka ateş alır/ kullanılır.". Bu filmi de seyrederken çok dikkat edin, eğer herhangi birşey oluyorsa filmde (araba kazası, yol kenarına devrilmiş bisiklet, cevapsız aramalar, ölü kız vs.) ve gözünüze biryerlerde birşeyler takılıyorsa (makas, açık telefon, kolye vs.) sorumlusu aslında sadece bir kişidir: Hector! Hatta, derler ya yırtık dondan çıkar gibi diye, en ummadığınız anda en ummadığınız yerde bile karşınıza çıkabilir, ama siz filmi seyrederken bunun farkına ancak bir sonraki sahnede varıyorsunuz ve ağzınızdan "Aaaa, bu da o'ymuş!" şeklinde bir şaşkınlık taşkınlığı çıkabiliyor. Genelde 'zamanda yolculuk' filmlerinin bir kuralı olan 'Kelebek Etkisi', "yani geçmişe gidip dedeni öldürürsen sen de yok olursun" kuralının aksine; her seferinde 1 saat öncesine giden Hector, beceriksiz bir şekilde kendini öldürüp 'geçmişteki kendisinin' yerine geçmeye ve herşeyi yoluna koymaya çalıştıkça, olaylar da iyice sarpa sarmaktadır filmde, bize de adeta "Demek ki 'Kelebek Etkisi'nin de bir hikmeti varmış!" dedirtmektedir. Bu yüzden dikkatle seyredilmesi gereken, hatta belki tekrar tekrar (her Hector için bir kere seyretseniz en az 3-4 defa; 3-4 defa çünkü Hector'ların sayısı da muammadır) seyredilmesi gereken bir film, Timecrimes!
Diğer taraftan tür kategorisindeki 'bilim-kurgu'ya aldanıp, yüksek dijital efektler veya üstün teknolojik oyuncaklar aramayın filmde. Zira en teknolojik alet olarak karşımıza çıkan zaman makinası bile neredeyse bir oda büyüklüğündeki içi su dolu bir tanktan ibarettir. Oyuncular ve oyunculuklar dahil her haliyle düşük bütçeli bir yapım olduğunu belli etmesine rağmen, bize sunduğu senaryodaki akıl oyunları insanı fazlasıyla düşündürmekte hatta yormaktadır. Bu haliyle film, filmlerinin sonunda mutlaka bir 'twist/ ters köşe yaptıran final' görmeye alıştığımız Shyamalan'ın 'Sudaki Kız' filmini anımsatmaktadır. Timecrimes da onun gibi sadece finalde değil, senaryonun her anında seyirciyi şaşırtmayı amaçlamakta ve bunu 'Sudaki Kız'dan kat be kat daha iyi yapmaktadır. Bu nedenle, genelde senaryosu 'daha iyi bir finali hak eden senaryo' olarak yorumlansa da sosyal medyada, bu yorumları yaparken Timescrimes'ın senaryosunun sonuç değil süreç odaklı olduğunu da göz önünde bulundurmak gerekiyor.


8 Haziran 2012 Cuma

O AN: ALIEN/ Yaratık- Prometheus'la Tanışma Sahnesi (Ridley Scott, 1979)

1979 yapımı ilk Alien filminde yer alan bir sahne olmasına rağmen, O An'a 'Prometheus'la İlk Tanışma' adını verdik. Zira bu sahne (bir andan ziyade birkaç dakika sürer), Ridley Scott'ın yıllar sonra, 2012'de gösterime soktuğu ve Alien serisinin öncesine bir bakış attığı prequel olan Prometheus filminde, insanoğlunun inceleme yapmak üzere gittiği yabancı uzay gemisinin ilk göründüğü sahnedir. Alien'ın başında, uzaydaki görevini tamamlayıp Dünya'ya dönmekte ve 7 kişilik mürettebatı da uykuda olan ticari uzay gemisi Nostromo, aldığı yardım sinyalleri ile, sinyale cevap vermek üzere otomatik olarak rotasını değiştirir. Hedefine yaklaştığında geminin bilgisayar sistemi mürettebatı da uyandırır ve mürettebata dünyadan (Anne'den: Geminin bağlı olduğu ticari şirket) sinyalin kaynağına gidip araştırmaları emri verilir. Bu emir doğrultusunda sinyalin geldiği gezegene inen Nostromo mürettebatından üç kişilik bir ekip sinyalin kaynağına doğru yol alırlar. Kaynağa ulaştıklarında ise tuhaf bir tasarıma sahip yabancı (yabancı derken uzaylı demek istiyoruz) bir uzay gemisiyle karşılaşırlar. Aslında bu gemi daha sonra 2012 yapımı Prometheus'a konu olacak, insanların kökenlerini araştırmak üzere Prometheus adlı gemiyle gittikleri yıldız sisteminde karşılaştıkları yabancı uzay gemilerinden bir tanesidir. 
 
Alien'da, geminin içine giren 3 kişilik ekip, gemiyi dolaşırlarken bir başka önemli şeyi keşfederler (aslında keşfettikleri en önemli şey Alien/ Yaratık yumurtalarıdır, ama biz burada onlarla ilgilenmiyoruz), girdikleri büyük bir salonun ortasında (büyük olasılıkla bir savunma sistemini yöneten) koltukta oturan bir uzaylı (Alien/ Yaratık'la hiçbir benzerliği yoktur bunun, tamamen farklıdır) iskeletiyle karşılaşırlar. Çok uzun süre ölmüş ve artık fosilleşmiş, üstelik bayağı uzun ve iri bir uzaylı iskeletidir bu (bu sahneden sonra da zaten ünlü Yaratık yumurtalarını keşfederler). Ekip karşılaştıkları sahneden ürküp hemen orayı terk etse de (1-2 dakika görürüz o salonu sadece), aslında biz yeni gösterime giren Prometheus'tan biliyoruz ki onlardan önce koskaca bir ekip o yıldız sistemini araştırıp, kökenlerimizi ve yaşam amacımızı bulmak üzere oraya gönderilmiştir.
Alien'ın başlangıcında birkaç dakika devam eden bu yabancı/uzaylı gemi sahnesinden sonra, ne uzaylı iskeleti ne de gemisi bir daha görülür veya sözü edilir filmde. Ancak yıllar sonra Ridley Scott, serinin başladığı bu uzay gemisini konu alan bir film yapar da, Nostromo oraya gelene kadar o yıldız sisteminde neler olmuştur öğreniriz biz de! Hatta Alien'da Ripley'in dediği gibi, Nostromo'nun aldığı sinyalin neden "bir yardım sinyali değil uyarı sinyali" olduğunu da anlarız. Gerisi H. R. Giger'in muhteşem çizimleriyle şekillendirilmiş Alien ve Prometheus dünyasıdır!

7 Haziran 2012 Perşembe

BLACK/ Siyah, Sanjay Leela Bhansali, 2005, Hindistan, Dram

'Black' yani Siyah nedir? Sadece bir renk mi yoksa aklımızda, ruhumuzda çağrıştırdığı veya yarattığı o karanlık, o boşluk mu? O boşluğu, o karanlığı nasıl ve neyle doldurur insan; sanıyoruz ki sadece beş duyumuz ve duygularımızla dolarsa anlam kazanır o boşluk, veya aydınlanıverir o karanlık. Peki ya onlar yoksa? Onların yokluğu mudur karanlık, bunu mu tanımlar Siyah/Black? Bu film aslında beş duyuya ve sahip olan biz insanların o karanlığı veya boşluğu anlamlandırmakta bütün duyu ve duygularımızla ne kadar yetersiz olduğumuzu anlatmaktadır işte!

Hindistan'da yaşayan ve Hindistan'da yaşayan her Anglo-Hint aile gibi iyi durumda olan bir ailenin kızı olarak dünyaya gelen Michelle McNally, bebekken geçirdiği bir hastalık sonucu görme ve duyma yetilerini tamamen kaybetmiştir ve duyamadığı için konuşamaz da. Üstelik bütün bu yitik duyular onda duygusal olarak da bir yıkıma sebep olmuş ve çok sinirli, saldırgan, etrafıyla iletişim kuramayan ve kurmayı da reddeden bir genç kıza dönüştürmüştür onu zamanla. Ailesinin ve ona yardımcı olmak üzere tuttukları birkaç öğretmenin de hiç yardımcı olmadıkları Michelle, sadece kendi karanlığına ve sessizliğine değil anne-babasının karanlığına da hapsolmuş durumdadır. İşte bu aşamada ailesi, hem onu hem de kendilerini bu karanlıktan çıkaracak, konusunda uzman ama farklı yöntemlere sahip yeni bir öğretmen tutarlar kızları için. Ve bu inanılmaz öğretmen daha geldiği ilk günden itibaren farklılığını ortaya koyarak, bu saldırgan, sinirli ve içine kapanık kıza 'su'yu, 'yağmur'u gösterir ve dinletir. Bu, uzun yıllar hatta ömür boyu sürecek bir dersin başlangıcıdır; öyle ki bu dersi ancak Ölü Ozanlar Derneği'nin dersleri ile karşılaştırabiliriz. Ama ne Michelle McNally, Ölü Ozanlar Derneği'nin bütün duyuları açık öğrencilerine benzer, ne de öğretmeni Debraj Sahai, Ölü Ozanlar Derneği'nin ayrıksı öğretmeni John Keating' e benzer! Debraj Sahai kendi ömrünü bir 'öğrencisine' dönüştürürken, John Keating öğrencilerini kendisine dönüştürür. Kendi ömrünü (ki zaten Michelle'in öğretmenliğine başladığında da yeterince yaşlıdır) Michelle'in görüp duymasına ve bunları dillendirmesine adayan Debraj, karşısına çıkan bütün engellere rağmen onun gören, duyan, konuşan bir insan olmasını sağlar; karanlığının aydınlanmasına ve boşluğunun dolmasına yardımcı olur. Oysa Debraj'ın yaptığı tek şey Michelle'ye 'hissetmesini' öğretmektir; hissettiği şeyleri görmesini, duymasını ve anlatmasını öğretmektir. Belki de bütün duyuları sağlam ve yerinde olan insanların kaybedip de adına '6.his' dediği duyusunu açmaktır ve aslında bu duyunun hiçbir olağanüstülüğü/doğaüstülüğü yoktur; o sadece 'hissetmektir'; yaşamı, dünyayı, insanlığı, doğayı, evreni hissetmektir.
Filmin dili ve anlatımı da bu yöndedir; sanki bir şiiri dinler gibi izlersiniz önünüzde akan görüntüleri. Bir yönetmen değil de sanki bir şairdir filmini izlediğiniz. Michelle'nin iç dünyası ne kadar karanlıksa, filmin dünyası da o derece aydınlıktır, ve bu aydınlıktır onun dünyasını da aydınlatacak olan; önemli olan bu aydınlığı hissetmektir. Filmin sonunda kendi içindeki bu aydınlığı, yavaş yavaş kendi aydınlığını kaybetmeye başlayan öğretmenine 'hissettirmeye' çalışacaktır. Film boyunca nasıl Michelle'in dönüşümünü izlemişsek, filmin sonunda da Debraj'ın dönüşümüne ve karanlığa hapsolmasına şahit oluruz. Artık Debraj bir öğrenciye, Michelle de bir öğretmene dönüşmüştür ve Michelle'in dersi de şimdi başlamaktadır!
Aslında 'Black', öğretmen Anne Sullivan ve kör-sağır-dilsiz öğrencisi Helen Keller'ın gerçek/yaşanmış (yani boş laf değil anlatılanlar) hikayelerinden yola çıkan, 1962 ABD yapımı The Miracle Worker isimli siyah-beyaz filmin bir yeniden çekimi. Ama doğrusu, Black'in orjinal filmden (görselliğini bir kenara koyarsak) çok daha iyi olduğunu söylememiz mümkün. Hep uzakdoğudan çalıp çırpan Amerikalılar'dan görmeye alıştığımız yeniden çevrim, bu sefer tam tersi yönde ve çok daha iyi olarak karşımıza çıkıyor. Üstelik filmin gerçek bir hikayeyi anlatması da, "hadi canım olur mu?" dememize engel oluyor. Demek içimizde bir yerlerde gerçekten bir "6.his"simiz varmış. Genelde abartılı oyunculukları (mimikler, beden hareketleri) eleştirilen Hintli oyuncuların canlandırmaları da bu filme, tabiri caizse cuk oturmuş. Yoksa kör ve sağır bir kıza dünyayı, yaşamı nasıl anlatırdınız?

Debraj'ın da dediği gibi; “Ona sözcüklerden bir kanat takacağım Bayan Nair, uçmayı öğreteceğim..” Uçmak için kanatlara ihtiyacımız yok!

5 Haziran 2012 Salı

SEYRETMEK İSTEDİKLERİMİZ: DEATH ON SATURN'S MOON (AKA. Ascension)/ Satürn'de Ölüm, John Krawlzik, 2000, ABD, Bilim-Kurgu, Gerilim


Başlık sizi yanıltmasın, 'Seyretmek İstediklerimiz' derken gelecek programdan veya vizyondayken kaçırıp seyredemediğimiz filmlerden bahsetmiyoruz. Bildiğiniz hem geçmişte hem de şimdi seyretmek istediğimiz, öyle pek de vizyon filmi olmayan ama bir türlü bulamayıp/ulaşamayıp da seyredemediğimiz filmleri kastediyoruz. Bulamamamız da bizim beceriksizliğimizden değil (vardı da biz mi bulamadık!), filmin internet ortamındaki varlığından veya yokluğundan kaynaklanan bir durum. İşte Death On Satürn's Moon (Satürn'de Ölüm) da bu filmlerden bir tanesi. Hakkında sadece konusu ve festivallerde kazandığı ödüllerden başka bir bilgimiz olmayan
Death On Satürn's Moon, en çok konusuyla ve fragmanından gördüğümüz kadarıyla klostrofobik-karanlık havasıyla bizi cezbetti. Zaten internette arama yaptığınızda da sadece konusu ve fragmanıyla karşılaşıyorsunuz; filmi seyreden/gören bir allahın kuluna veya onların yaptıkları yorumlara rastlamıyorsunuz (hayır, yorum çince bile olsa razıyız buna! En azından birisi görmüş diyeceğiz.). 'Beyazperde' bile kısaca 'iyi film-güzel film, bulabilirseniz seyredersiniz' türünde bir tanıtım yapmış; ama haliyle onlarda da seyreden yok ki kimse eleştiri yazmamış film hakkında. Festivallerde gösterilip çok beğenildiğini 'bildiğimiz' film hangi ödülleri almış diye baktığımızda da sadece kendi sitesinden bu bilgiye erişebiliyoruz. Doğrusu bunca şeyden sonra insanın içine bir kurt da düşmüyor değil, 'Yoksa hayal mi görüyorum?' veya 'Yoksa bu film yok mu? Hiç çekilmedi mi? Gaipten filmler mi görüyorum? Bütün o habaerler sahte mi?' diye. Yine de, şimdiye kadar bulamasak da aramalarımıza son vermiş değiliz; en azından bundan sonra bu filmi gören/duyan veya ulaşanların bizimle iletişim kuracağına inanıyoruz.
Bir de kısaca sağdan soldan okuduğumuz konusuna değinecek olursak filmin, ki bir türlü seyredemediğimiz için bundan da emin değiliz; Satürn'ün ayı olan Titan’da kurulan bir maden araştırma merkezinin başı olan Barnett bir süre önce üzerinde hiçbir koruyucu giysi olmaksızın atmosfere çıktığı için ölmüştür ve bu olayda bir kötü niyet olup olmadığını anlamak görevi de Hayes’e verilmiştir. Araştırma merkezindeki diğer iki bilim adamıyla görüşen Hayes Titan’ı çevreleyen atmosferde garip bir fırtına gözlemler. Duyduğu garip sesler sanki onu fırtınaya doğru çağırır gibidir. Esrarengiz olayların birbirini takip ettiği Titan’da ölüm tuhaf bir oyun oynuyor gibidir. 


OLD BOY/ İhtiyar Delikanlı, Chan-wook Park, 2003, Güney Kore, Dram, Gizem, Gerilim

İntikam nedir? Bir 'intikam' nasıl alınır? İntikamcı kimdir? Bir intikamın sınırları nedir veya ne olmalıdır; dahası sınırı var mıdır? İntikam almak uğruna ne kadar ileri gidebilirsiniz? Old Boy'u seyretmeden önce, diyelim ki DVD'de seyrediyorsunuz ve DVDPlayer'a koydunuz filmi, geçtiniz TV karşısındaki rahat koltuğunuza ve kumandanın 'play' tuşuna basmak üzeresiniz; işte bu aşamada en az birkaç dakika yukarıda sorduğumuz sorulara kendinizce bir cevap vermeye çalışın, hatta mümkünse (filmden sonra tekrar sorgulamak için cevaplarınızı) bir kenara not edin! Sonra basın 'play' tuşuna ve Oh Dae-Su ile tanışın: Bütün cevaplarınızı alt-üst edecek olan adamla!

Daha filmin başında bir karakolda, sarhoş ve biraz da ipini koparmış bir halde sağa sola saldırırken görürüz Oh Dae-Su'yu. Karakola da aynı sebeple getirilmiştir ve bir kaç saat sonra arkadaşının ödediği kefaletle serbest bırakılır. Ama o gün küçük kızının doğumgünüdür  ve karakoldan çıkar çıkmaz bir telefon kulübesine girerek kızıyla konuşur, sonra telefonu arkadaşına vererek kulübeden çıkar ve... Ve bundan sonra Oh Dae-Su'nun 15 yıl sürecek olan tutsaklığı başlar. Hemen onun peşi sıra telefonu kapatarak kulübeden çıkan arkadaşı, Oh Dae-Su'nun kızına aldığı doğum günü hediyesi olan beyaz kanatlardan başka birşey bulamaz dışarda. Oh Dae-Su ise özel olarak hazırlanmış bir odaya kapatılmıştır ve odada televizyondan başka birşey yoktur. Televizyon sayesinde hem dışarda neler olduğunu takip edebilmekte hem de kapalı kaldığı zamanın farkına varabilmektedir. Bir de arada bir onu ziyarete gelen 'birileri' vardır, ama o bunun farkında değildir, çünkü gelenler üzerinde bir takım hipnotik işler çevirmektedirler. Televizyondan karısının da öldürüldüğünü öğrenen Oh Dae-Su, bunu kendisini oraya kapatanların yaptığını düşündüğünden yavaş yavaş kendini oraya hapsedenlere diş bilemeye ve kaçış yolları aramaya başlar. Kaçış konusunda pek başarılı olamaz ama, intikam alma konusunda ilerleme kaydeder: Çıplak yumruklarıyla duvarlarda antrenman yaparak demir gibi yumruklara sahip olur, ki ilerleyen sahnelerde bir apartman katı dolusu adamın üzerinde bunun ne gibi sonuçları olduğunu da görürüz. Oh Dae-Su yıllarca o odada kapalı tutulduktan sonra birgün, kaçırılmasından tam 15 yıl sonra birdenbire salıverilir. Bundan sonrası, ki filmin büyük bir bölümünü oluşturur, Oh Dae-Su'nun kendisini kaçıranlardan intikam almak için onları arayışının hikayesidir, ama Oh Dae-Su farkında olmasa da onu kaçıranlar bunu istemektedirler zaten. Bu şekliyle Old Boy 'intikam alan-intikam alınan' üzerine kurulu bir film gibi görülebilir, ama aslında bu aşama filmin en sert, şiddet dolu aşamasıdır ve bizi daha da sert, kimine göre iğrenç, kimine göre sapıkça, hatta bütün duygularımızı istismar etmek için özellikle kurgulanmış, insana duvara çarpmış veya Oh Dae-Su'nun yumruklarından birini yemiş hissi veren o 'çarpıcı/sarsıcı/hem rahatsız hem de şok edici' finaline götürecektir.
Finalde, o rahat koltuğumuzda bütün rahatımız kıçımıza kaçmış olarak otururken, intikam alan ve alınan birbirine girecek, hayatta herşeyin 'Game' misali bir oyun veya senaryo olabileceği, hatta yaşadıklarımızın bir kurgu olabileceği ihtimali beynimizi kurcalarken, Oh Dae-Su'nun yapamadığını yapıp dilimizi tutmayı öğreneceğiz.
Aynı zamanda aynı isimli manganın uyarlaması olan Old Boy, artık bilmeyenin/duymayanın kalmadığı Quinten Tarantino'nun çabaları sayesinde Cannes film festivalinde Büyük Ödül'ü almıştır. Yönetmenin intikam üçlemesinin, ki her biri benzer şekilde garip intikam şekilleri içerir, ikinci halkasıdır (merak edenler için diğer iki film “Sympathy for Mr. Vengeance” ve “Sympathy for Lady Vengeance”dır). Replikleriyle de bir çok sitede/forumda karşımıza çıkan Old Boy, beğeneni kadar beğenmeyeni de çok olan bir filmdir; ama unutmamak gerekir ki beğenmeyen kesim finalde karşılaştıkları şokun ahlaki boyutlarından rahatsız oldukları için beğenmezler. Dolayısıyla, eğer bir film bir şekilde izleyenleri rahat koltuklarında bile rahatsız ediyorsa, o iyi bir filmdir!
Son olarak, aslında film boyunca önemli olan, üzerinde düşünmemiz gereken bir tek nokta vardır; Woo-jin Lee'nin Oh Dae-Su'ya dediği gibi: "Asıl soru seni 15 yıl sonra neden serbest bıraktım?"...
Şimdi, bir kenara not ettiğiniz kendi 'intikam' cevaplarınızı yeniden gözden geçirin... Ve cevap verin: 'İntikam almak uğruna ne kadar ileri gidebilirsiniz?'...
Orhan Gencebay'ın da dediği gibi; "Dil yarası, en acı yara imiş...".