25 Aralık 2013 Çarşamba

Another Earth/ Başka Bir Dünya, Mike Cahill, ABD, 2011, Dram, Bilim-Kurgu


Siz hiç kendi dünyanızdan kendi dünyanıza baktınız mı?
İkinci Dünya mı?
Yoksa içsel dünyamızın maddeleşmiş hali mi?
Veya 'belki'lerimiz mi?
Yoksa 'bir (başka) ihtimal daha var mı?' mı?
Ya da pişmanlıklarımız ve geçmişimizi düzeltme isteğimiz mi?
Belki de kendimizle yüzleşme korkumuzdur o dünya!
Belki de kendimizin evrenin merkezi olmadığımız acı gerçeğiyle karşı karşıya kalmamızdır! 

"17 yaşındaki Rhoda, MIT Üniversitesi’ne kabul edildiğini öğrenir ve bunu arkadaşları ile kutlar. O gece dünyanın tıpatıp benzeri bir gezegen gökyüzünde belirir. Bu gezegene bakarak arabayı kullanan Rhoda, müzisyen John Burroughs’un arabasına çarpar ve kazada John’un karısı ile oğlu ölür." Filmin bu tanıtımı heryerde bulabileceğiniz, okuyabileceğiniz konusu. Aslında tam da bu kadar konu; her şey gökyüzünde görülen ve Dünya 2 olarak adlandırılan gezegenin varlığı üzerine kurgulanmış. Hatta Rhoda en büyük hatasını radyodan gezegenle ilgili haberi dinleyip, gökyüzünde onu ararken yapıyor. Bir anlam da onun kaderini de belirliyor ve başka bir çok insanınkini de. Çünkü Dünya 2'nin gökyüzünde belirmesiyle oraya gitmek için bir yarışma düzenleyen zenginler olduğu gibi, oraya gidenleri bir kara delik gibi yutacağını da düşünenler vardır.
"Başka Bir Dünya" adından da anlaşılacağı gibi bir paralel evren, paralel zaman türünde ama bunu gerçekten de "paralel dünya" olarak ele alan bir film. Zira Dünya ile Dünya 2 sürekli bir bakışım içindeler; önde Rhoda caddede yürürken, otobüsle işe giderken veya evinin önünde dikilirken arkada, yörüngede ayın yanında asılı duran (başka bir) Dünya'yı görüyorsunuz. Bu bile izlerken insanın tüylerini diken diken etmeye yetiyor. Ancak film boyunca ne o dünyayı ne de orada yaşayanları veya şehirlerini görüyoruz, sadece gökyüzündeki bir fon gibi duruyor orada sadece. Radyo veya televizyondaki bilim adamlarının konuşmalarınından Dünya 2'yi tanıyoruz biz. Bu konuşmalardan en önemlisi ise Astrofizikçi Dr. Richard Berendzen'in ağzından dinlediklerimiz. Çünkü kendisi gerçek bir şahsiyet ve filmin senaryosunun üzerine kurgulandığı "Başka Bir Dünya" ya da "Dünya 2" veya kendi verdiği adıyla "Kırık Ayna Teorisi"nin yaratıcısı. Filmde kendi ağzıyla yaptığı açıklama ise şöyle: 
“Kozmos'un büyük tarihi 13 bin milyon yıldan daha eskiye dayanır. Dünya'mızın bir yerlerde bir kopyası olabilir. Belki de bu dünyayı görmenin başka bir yolu vardır. Herhangi bir küçük varyasyon ortaya çıkıyorsa eğer, onlar bu tarafa siz şu tarafa bakıyorsanız belki de aniden her şey değişir ve şimdi de şöyle merak etmeye başlarsınız, başka ne farklı olabilir? Ya da şöyle de denebilir; aynadaki görünüşün aniden yok olmuştur ve yeni bir gerçeklik ortaya çıkmıştır. Orada bazı fırsatlar ve gizemler vardır. Peki başka ne var? Yeni ne var? Şimdi ne var?".
Yine filmdeki televizyonlardan şahit olduğumuz bir başka olguysa, Dünya 2'de yaşayan insanların bizim benzerlerimiz hatta aynılarımız olması. Öyle ki yaşamları bile an ve an bizimkiyle aynıdır. Astrofizikçi Joan Tallis televizyondaki canlı yayında Dünya 2 ile iletişim kurmaya çalışırken, kendisiyle iletişime geçer (burada iletişimi deneyen o olduğunda göre Dünya 2'de de bunu deneyen kendisi olmuştur doğal olarak). Ona/ kendisine kendisiyle/onunla ilgili sorduğu sorulara aldığı cevaplar kendisindeki cevaplarla aynıdır ve tabiki onun da adı Joan Tallis'dir. Kendisiyle yaptığı konuşmanın ardından şöyle bir açıklama getirir: 

"Ben oradayım
Kendimle tanışabilir miyim?
Oradaki ben buradaki benden iyi mi?
Oradaki benden bir şeyler öğrenebilir miyim?
Oradaki ben buradaki benle aynı hataları yapmış mıdır?
Oradaki benle oturup muhabbet edebilir miyim?
İlginç olmaz mıydı
İşin doğrusu, bunu zaten her gün, gün boyunca yapıyoruz.
İnsanlar bunu itiraf etmiyor ve üzerine fazla düşünmüyorlar ama yapıyorlar.
Her gün, kendi kafalarının içinde konuşuyorlar.
O ne yapıyor?
O neden böyle yaptı?
Bu ne düşünüyor? 
Doğru şeyi söyledim mi?
Bu durumdaysa sizden bir tane daha var.
Bizi Bağışlayın!"

Burada özellikle son cümleye dikkatinizi çekmek isteriz: "Bizi bağışlayın!". İngilizcesi'yle "FORGIVE". 
Rhoda 4 yıllık mahkumiyetini tamamlayıp cezaevinden çıktıktan sonra lisede hademe olarak çalışmaya başlar. Eski bir mahkum olduğundan ne MIT'e dönebilmekte ne de doğru dürüst bir iş bulabilmektedir. Hademelik yaparken yaşlı ve kör bir iş arkadaşı olur: Purdeep. Zaman zaman Rhoda'ya "Beni dinle. Kafanı boşalt. O kadar. Huzuru bulacaksın. Endişelenme tatlım. Kendini duruma alıştırmayı öğren." diyerek destek olmaya çalışan Purdeep bir süre sonra kulaklarına ozon dökerek kendisini sağır eder. O zaman Rhonda, Purdeep'in kör olma sebebinin de kendi gözlerine ozon dökmesi olduğunu öğrenir. Kendisini görmek istemediği gibi, duymak da istememektedir. Hastanede onun yanına yatan Rhoda, Purdeep'in eline işaret parmağını bastırarak "FORGIVE" yazar; yani "Bizi bağışlayın" der ona! Diğer kendisini susturmuş ve yüzünü de yok etmiştir Purdeep.

Dünya 2'nin bizim dünyamızla olan benzerliğini/aynılığını açıklayan bir başka görüş de yine televizyondan duyulur:

"Burası küçük yeşil adamların ve mavi avatarların olduğu bir gezegen değil. Burası aslen Dünya'nın yansıması. Onlara saldırırsak, onlar da bize saldırabilir. Onları köleleştirmeye kalkışırsak onlar da bizi köleleştirebilir. Karşılıklı garantili imha için mükemmel bir senaryo."

Dünya 2 sadece insanlık bakımından değil, insanlığın davaranış şekli olarak da bizimle aynıdır. Bir nevi "Eden bulur" ilişkisi vardır iki dünyanın arasında. Eğer biz onlara saldırısak onlar da bize saldırır, eğer biz onları araştırırsak onlar da bizi araştırır. Bizim dünyamızda ki bir zenginin Dünya 2'ye gitme yarışmasına başvuran Rhoda yarışmayı kazanır ve Dünya 2' ye gidecek mekikte yer almayı hak eder. Ancak bu arada geçmişte yaptığı kazanın sonuçlarından pişmanlık duyan Rhoda, kazada karısı ve çocuğu ölen John Burroughs'un evine giderek, temizlikçi olarak orada çalışmaya başlar; suçu işlediğinde 18 yaşından küçük olduğundan dosyasındaki bilgiler gizli tutulmuştur. Bu nedenle de adam onu tanımamaktadır. Ne var ki bir süre sonra aralarında duygusal bir yakınlaşma başlar, ta ki adama gerçeği açıklayana kadar. Ama ondan sonra da ona başka bir seçenek sunar...
"Another Earth/ Başka Bir Dünya" basit bir konuyu (ve belki de yaygın bir konuyu) mükemmel bir sadelik ve stilize bir anlatımla bize sunuyor. Sahip olduğu bu sadelik sürekli arka fonda görünen dünya görüntüsü ile de birleşince karşımıza şiirsel bir yapıt çıkıyor. Finaldeki "yüzleşme" anıyla da noktayı koyan film, sırf buradaki kamera hareketi ve kadrajlama ile bile ödülü hakediyor. 
Son olarak, filmde John Burroughs'un da sorduğu gibi, biz kendimizi biraz fazla evrenin merkezine koymuyor muyuz? Öyle ya, o dünyaya biz "Dünya 2" diyoruz, ya onların kendilerine "Dünya 2" mi dediğini sanıyoruz? Peki onlar bize ne diyorlar? "Dünya 1" mi? 
Peki bu hangimizin hikayesi!

İşte ödüllük bir kadraj. Neden mi? Çünkü her şey kafamızın içinde, kimbilir belki de ardındadır? Sadece o yana çevirmek gerekir başımızı, onu görebilmek için...

21 Aralık 2013 Cumartesi

HABERLER: Sinema Dergisi Kapanmasın

 
Dün akşam Twitter'da bu "#SinemaDergisiKapanmasin ve #SinemaDergisiKapatılmasın" hashtag'larını görünce beynimizden vurulmuşa döndük. Bir an bu hastag'ı da arada sırada birilerinin keyfine göre yinelenen #MünirÖzkulÖldü hashtag'ı gibi bir troll sandık, ama internette yaptığımız ufak bir araştırmayla, İstanbul’da bir dönem gündemde olan Topçu Kışlası da dahil birçok inşaat projesinin ihaledarı olan Kalyon İnşaat’a satılan Turkuvaz Medya bünyesinde yer alan yayınlardan Sinema dergisinin, şirket yönetiminin aldığı kararla 19 yıllık yayın hayatına veda etti(rildi)ğini öğrendik, üstelik yayına hazır olan son sayının bile yayınlanmasına izin vermeden. Elbette hayatında sinema izlememiş ilk insandan hallice ve tek derdi inşaat ihaleleri kapıp kasasını doldurmak olan kişilerin eline geçince, böyle entellektüel altyapılı ve kültüre hizmet eden bir derginin kapanması çok normaldir; diğer taraftan bir inşaat firmasının bir de medya grubuna dahil olmasındaki amacı tam olarak anlayamasak da akıl dışı sonuçlarından birine şahit olmamız çok gecikmedi (Önemli not: Kalyoncu'lar başbakanın 'yürü ya kulum, kim tutar seni' dediği, ihalelerin kendilerinde kaldığı bir aile). 
19 yıldır yayın hayatı içinde yer alan Sinema Dergisi, bünyesinden çıkarttığı kitaplar, her sayısında verdiği sinema kartları, bir yandan da içinde devam eden yazı dizileri, tanıtım ve eleştiri yazılarıyla bir çok insana sinemayı sevdirmekle kalmamış aynı zamanda öğretmiştir de. Son on yıldır bizim de takip ettiğimiz, on yıl önceki sayılarını da binbir güçlükle sahaf ve ikinci el kitapçılardan topladığımız Sinema Dergisi her anlamda çok değerlidir. Derginin manevi değerini bir yana koyarsak, zira anladığımız kadarıyla kendilerini insandan çok moloza yakın hisseden bu inşaatçılar maneviyata pek önem vermiyorlar, ilk 10-15 sayısı sahaflarda 15-20 Tl. arasına satılmaktadır, ama onları bulmak da o kolay değildir. Her sayısını altını çizerek ve notlar alarak okuduğumuz Sinema, sinema kültür yelpazemizi genişleten bir dergi olarak aklımızda yer etmekle beraber, kendisinden sonra yayın hayatına giren Altyazı, Empire, Film+ ve bugün halen satılmakta olan tüm sinema dergilerine öncülük etmiştir. Kapatılması büyük şanssızlık, değer bilmezlik ve kültür katliamıdır...

Karşıt Sinema grubu da Facebook sayfasında bu konuda bir yazı yayınlayarak Sinema Dergisi'nin kapatılmasını protesto etti:
"Sabah ve ATV grubunun Kalyon İnşaat'a devredilmesi ile birlikte bu gruba bağlı içlerinde 19 yıldır sinema izleyicilerinin ufkunu açan Sinema dergisinin de bulunduğu 6 dergi Kalyon İnşaat sahiplerinin eline geçti. Türkiye'de kapitalizmin en doruk noktalarda yaşandığı sektörlerden inşaat sektörünün medyaya olan gereğini tanımlayamadığımız bu ilgisi Sinema dergisini kapatmaları ile daha da anlamsızlaştı. Bir dergiyi satmanın masumane(!) sayılabilecek sebepleri arasında neler sayılabilir. Bir medya grubunu satın alacak kadar sermayeye sahip bir şirket bir derginin maliyetinden ne kadar rahatsız olabilir? Medya gruplarına ekmek muamelesi yapıp ticaretin en çok alınıp satılan metalarına döndürmede on numara olan bir şirket nasıl olur da hali hazırda 19 yıllık bir geçmişe sahip olan bir dergiyi satmak yerine kapatmaya kalkışır. Türkiye'deki diğer herşey gibi sinema da tek tipleşiyor. Bu öyle bir tek tipleşme ki git gide sadece belli bir kesim ulaşabilir olacak. Eleştirel aklın kanallarını tıkamanıza göz yummayacağız."

Sizleri de Twitter'daki #SinemaDergisiKapanmasin ve #SinemaDergisiKapatılmasın hashtag'larine yazarak derginin kapatılmasını protesto etmeye ve yeniden açılmasını veya başka bir yayın grubu altında yeniden yayına devam etmesini istemeye davet ediyoruz. 
Yılllardır Sinema Dergisi'nden toplayıp arşivlediğimiz sinema kartları.
Sinema Dergisi bünyesindeki yazıların kitaplaştırılmasıyla oluşturulan Sinema kitaplığı.

LOVE/ Aşk, William Eubank, ABD, 2011, Dram, Bilim-Kurgu, Gizem

 
Afişinde de görüldüğü gibi çeşitli festivallerde kazandığı 12 ödülle önümüzde duran ve tüm cüretiyle aklımıza meydan okuyan bir film var karşımızda. Filmi anlatmaya başlamadan hemen belirtelim, Love/ Aşk aşırı miktarda sinema/film birikimi gerektiriyor, özellikle de bilim-kurgu türünde. Zira (film gösterime girdiğinde) 27 yaşında olan William Eubank adeta yaptığı göndermelerle bizi sınıyor ve en sona (gerçekten en sona, jenerik akmadan öncesine) sakladığı açıklama ile de hem sinirlerimizi hem de sınırlarımızı zorluyor. Bu özelliği ile 29 yaşında çektiği "Donnie Darko" ile üzerimizde aynı etkiyi yaratmayı başaran Richard Kelly'i de andırmıyor değil hani (ah bu gençler!)!
Film Amerikan iç savaşının devam ettiği bir zamanda açılıyor. Takımı Güneyliler üzerine ölümüne saldırıya geçerken, Kuzeyli Yüzbaşı Lee Briggs komutanından aldığı emirle bambaşka bir yere doğru yola çıkar. Komutanı savaş alanında ölecek olan kendileri için 'oraya' giderek tepenin ardındaki 'tasarım harikası nesne'yi görmesini söylemiştir ona, çünkü o 22. Connecticut'dan sağ kalan son kişi olacaktır ve "Sağ kalan bir tek kişi bile geri kalanları şereflendirir". Komutanının ondan istediği son şey de yolculuğunun ayrıntılı notlarını tutmasıdır. Briggs, komutanının tüm isteklerini yerine getirerek Colorado'daki tepeyi bulur ve kısık gözleriyle tepenin ardındaki nesneye bakar... 
Bu andan sonra film 175 yıl sonrasına, 2039 yılında dünyadan 200 mil yukarıdaki yörüngesinde seyreden Uluslararası Uzay İstasyonu'na (UUİ) ve bu istasyonun tek astronotu Lee Miller'a odaklanır. Ancak bir süre sonra Miller'ın dünya ile olan bağlantısı bilinmeyen bir nedenle kopar ve astronotun 'iletişimsiz' yaşamı şizofrenik bir hal almaya başlar. "Çünkü eğer kimseyle konuşmazsanız, kimseyle etkileşime girmezseniz tüm gerçeklik duygunuz 'bükülmüş' demektir.". 6 yıl boyunca dünya ile iletişimi kopuk durumda yörüngede sürüklenen Miller bir ara istasyonun dışına çıkıp dünyaya atlamayı ve "Burada yalnız olmaktansa, yeryüzünde ebedi istirahatta olmayı tercih etmeyi" düşünür. Ancak istasyonun dışına çıksa da atlamayı başaramaz. Diğer taraftan istasyondaki şip-şak çekilmiş polaroid fotoğraflardan birisinde gördüğü bir kadına dair de hayaller kurmakta, onunla konuşmaktadır ve bozulmuş bir düzeneği onarmaya çalışırken de oraya sıkıştırılmış ve paketlenmiş olarak Yüzbaşı Lee Briggs'in günlüğünü bulur, bir yandan da bu günlüğü okumaya başlar. Ne var ki günlüğün sonuna geldiğinde tepenin ardında ne gördüğünü yazmamıştır Briggs. Ve siz de "Nasıl bu kadar uzun bir günlük yazıp, bize ne bulduğunu söylemezsin!" diye düşünürsünüz Miller'la birlikte...
Bir uzay istasyonunda tek başına geçen 6 yılın sonunda Miller'ın karşısına inanamayacağı bir tasarım harikası olan dev bir "kara küp" çıkar ve kurtarılacağını düşünen Miller istasyonu bu tasarımla kenetler. Bundan sonrası ise film boyunca nedenini anlayamadığımız bir şekilde sorduğumuz "Aşk bu filmin neresinde?" sorusunun yanıtlanışıdır. Film akışında araya yerleştirilen farklı kişilerin video kayıtları ve konuşmalarıyla bu durum bir nebze açıklansa da, filmin finali bizi aşka götürecek asıl şeydir. Bu aşamadan sonra da, tıpkı Stanley Kubrick'in 2001: Bir Uzay Destanı filmindeki astronot Bowman'ın yaşadığı gibi, Miller da bir yükselme ve aydınlanma yaşayacaktır gerçeği keşfetme yolunda. Üstelik mekansal değişimler de tıpkı Bowman'ın yaşadığı gibidir, ancak o evrensel zeka ve ruhla bütünleşirken, Miller bambaşka bir şeyle bütünleşerek, daha farklı bir  evrim aşamasına ulaşacaktır. Elbette burada UUİ'nin kenetlendiği "Kara Küp"ün de Kubrick'in 2001'indeki, tarih öncesi maymun-insana bir kemiği silah olarak kullanmasını öğreten "Kara Taş"la aynı olduğunu söylemeden geçmemek gerekir. Hatta "Love/ Aşk" da 2001 gibi üç farklı zamanda geçmektedir; ilki 1864'deki Amerikan İç Savaşı'nda (2001'de bu açılış tarihöncesi zamanlarda yapılır) ve her iki filmde de bu aşamada bir savaş vardır; ikincisi, 2039'da atronot Miller yörüngeye çıkmış olarak (2001'de ikinci zaman 1999'daki ay keşfidir), üçüncü ve son zaman da ise 2045'de yörüngede tamamen unutulmuş ve kaybolmuş bir vaziyette karşımıza çıkar (bu zaman da, Uzay Destanı'nda 2001 yılında geçen Jüpiter görevi zamanına denk gelmektedir). UUİ'de tek başına kalan Miller'ın Dünya ile bağlantısı kesildikten sonra içine düştüğü şizofrenik ve klostrofobik psikoloji ise bize Duncan Jones'un "Moon/ Ay" filmindeki astronot Sam'in yaşadığı psikolojik çöküntüyü ziyadesiyle hatırlatmaktadır (filmin süresinin de Moon kadar kısa olduğunu, 80 dk., hatırlatalım). Tabii burada genç Duncan Jones'un da William Eubank ve Richard Kelly ile aynı sinematografik geleneğe bağlı olduklarını (veya yepyeni bir gelenek oluşturduklarını) belirtmekte fayda var...
Özellikle girişteki, her karesi ayrı bir fotoğrafçılık eseri olan ağır çekim iç savaş görüntüleri, UUİ'de yarattığı şizofrenik ve klostrofobik pisikoloji ve finalde Miller'a yaşattığı "üstinsan olma" deneyimi ile hafızalarımıza kazınan "Love", sinemaya hakim seyri-okurlara inanılmaz bir deneyim yaşatacaktır. Sadece göndermeleri için bile mutlaka seyredilmeyi hak ediyor...
Ne de olsa insan duygularını anlamak için bütün deneyleri "Dark City" veya "The Box/ Kutu"da olduğu gibi uzaylılar yapmıyor!
Bowman'la Miller arasındaki tek fark bütünleştikleri evren!

5 Aralık 2013 Perşembe

O AN: THE BOX/ Kutu: "The Quest and Achievement of the Holy Grail/ Kutsal Kase'nin Aranması ve Muvaffakiyeti" (Richard Kelly, ABD, 2009, Bilim-Kurgu, Gizem)


"Donnie Darko/ Karanlık Yolculuk" ile gönlümüze taht kuran Richard Kelly'nin üçüncü filmi The Box/ Kutu. 'un "Button, Button" isimli kısa öyküsünden uyarlanan film, bir gün Norma ve Arthur Lewis çiftinin evlerinin kapısı önüne tahta bir kutu bırakılması ile başlar. Kutunun yanında bir de üzerinde "Bay Stewart sizi saat beşte ziyaret edecek" yazan bir not vardır. Aynı gün akşam saat beşte, Norma Lewis evde tek başınayken, yüzünün yarısı yanmış bir adam kapılarını çalar; bu Arlington Stewart'tır. Kısa açıklamdan sonra Norma'ya Eğer kutunun üstündeki düğmeye basarlarsa -yanında getirdiği çantada duran- bir milyon doların sahibi olacaklarını, ancak bu durumun dünyanın bir köşesinde hiç tanımadıkları bir insanın ölmesine sebep olacağını söyler. Eğer 24 saat içerisinde düğmeye basmazlarsa kendisi gelip kutuyu onlardan alacak ve başka bir aileye verilmek üzere kutu yeniden programlanacaktır! Lewis'ler bir süre düğmeye basıp-basmama arasında ahlaki ikilemler ve tartışmalar yaşasa da sonunda Norma düğmeye basar ve hemen ardından Bay Stewart gelip parayı onlara teslim eder; kutuyu alıp evden çıkmak üzereyken Norma, Bay Stewart'a şimdi kutuya ne olacağını sorar, o da aynı teklifle şimdi başka bir aileye verileceğini söyler. Ama hemen ardından da o can alıcı cümleyi ekler: "Ve sizi temin ederim bu sizin kesinlikle tanımadığınız biri olacaktır.". Filmin devamı da Lewis ailesinin neye veya kimlere maruz kaldıklarını anlamaya çalışma çabalarını bize anlatmaktadır.
Aslında bir nevi Pandora'nın Kutusu hikayesi olan Kutu'da, Norma düğmeye basmadan önce kutunun ne olduğunu keşfetmeye çalışırlar. Hatta altını açarak içine bakarlar ve o zaman görürler ki gerçekte söz konusu ahşap kutunun içi boştur, üzerindeki kırmızı düğme de hiçbir düzeneğe bağlı değildir -biraz da bu nedenle düğmeye basar aslında Norma-. İşte bizim için önemli sahnelerden bir tanesi bu Arthur'un çalışma odasında kutuyu inceledikleri ve altını açtıkları sahnedir. Burada onlar kutuyu açmaya çalışırlarken tam arkalarındaki duvara asılı bir tablo dikkatimizi çeker (26:11'den itibaren). Bu, altında bir de yazı olduğu belli belirsiz görülebilen tablonun ilk görünüşü olsa da daha sonra iki sahne de daha görünecektir.
Arkadaki duvarda asılı olan tabloya dikkat. Altındaki yazı belli belirsiz görülebilmekte.
Aynı tablonun ikinci görünüşü Norma ve Arthur'un bir düğün yemeği provasına gittikleri gece çocuklarına bakan dadının çalışma odasına gittiği sahnededir. Yokluklarında oğulları Walter babasının kolleksiyonlarını göstermek üzere dadısını babasının çalışma odasına götürür. Dadısı orada yine aynı tabloyu görür (46:43'den itibaren) ve biz de bu sayede daha yakından bakma olanağına sahip oluruz tabloya. Bu sefer tablonun altındaki yazıyı da okuyabiliriz, dadıyla birlikte: "Any sufficiently advanced technology is indistinguishable from magic./ Yeterince gelişmiş herhangi bir teknolojiyi büyüden ayırmak imkansızdır.". Bilim-kurgu edebiyatının ve sinemasının kült eseri "2001: A Space Odyssey"in yazarı Arthur C. Clarke'ın adı yazmaktadır sözün altında da. Buradan da aslında ilk göründüğü sahnede tablonun ne kadar önemli olduğunu anlıyoruz; zira o sahnede Arthur ve Norma kutunun içinin boş olduğunu görmüşlerdi. Düğmeye bastıklarında birinin ölebilmesi için ya kutunun içinde bir büyü olmalıydı, ya da çok gelişmiş bir teknoloji!
"Any sufficiently advanced technology is indistinguishable from magic./ Yeterince gelişmiş herhangi bir teknolojiyi büyüden ayırmak imkansızdır." Arthur C. Clarke
Burada hemen bir parantez açıp, aynı zamanda filmin senaryosunu da yazan yönetmenin baş karakterlerden biri için "Arthur" adını seçmesinin bir rastlantı olmadığını belirtelim, böylece senarist/yönetmen Arthur C. Clarke'a bir gönderme yapmaktadır. Ayrıca filmdeki gizemli kutunun üstten görünüşü de "2001: A Space Odyssey"deki zıvanadan çıkmış yapay zeka HALL'in görüntüsüne benzemektedir.
Solda gizemli kutunun üstten görünüşü, sağda da başına buyruk yapay zeka HALL.
Tablo üçüncü ve son olarak Arthur Bay Stewart'ın geçmişi hakkında araştırma yapmak için kütüphaneye gittiğinde, portala girmeden önce daha büyük ve yakın plan olarak karşımıza çıkar (70:02'den itibaren). Böylece film boyunca yönetmen aslında bu tabloya bir çeşit zum yapmış olur, ekran görüntülerinde de bunu açıkça görebilirsiniz.
O zaman nedir bu tablonun film için önemi?
Peki neden bu tablo filmde bu kadar vurgulanıyor? Ne anlatıyor? Aslında tablo da, tıpkı "Kutu" gibi içi boş, gizemli bir nesneyi anlatıyor: "Graal/Grail" yani Kutsal Kase'yi. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, Kral Arthur ve Yuvarlak Masa şövalyelerinin hikayesini (baş karakterin adını bir kere daha hatırlayın: Arthur).
Söz konusu tablo Amerka'da Boston Halk Kütüphanesi'nde paneller halinde yer alan ve 1852-1911 yılları arasında yaşamış olan ressam Edwin Austin Abbey'nin yaptığı "The Quest and Achievement of the Holy Grail/ Kutsal Kase'nin Aranması ve Muvaffakiyeti" isimli 15 panelli resim serisinin 3. panelidir. Yönetmen resmin çalışma odasındaki versiyonuna Arthur C. Clarke'ın sözünü ekleyerek ve karşısına da baş karakter Arthur'u koyarak 3'lü bir anlam (üç Arthur'dan oluşan bir teslis: büyüsel Arthur- bilimsel/teknolojik Arthur- ve insan/boş Arthur) yüklemiştir resme.
Resimde anlatılan sahneye gelecek olursak; Kutsal Kase'nin arayıcısı ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri'nin de en genci olan Galahad'ın (soldaki kırmızı giysili figür) kaseyi Kral Arthur'a sunuşu anlatılmaktadır. Ancak Galahad Kase'yi bulduğunda duyduğu mutluluğun sonsuza dek sürmesi için "o mutlulukla ölmeyi" dilemiştir, çünkü Kutsal Kaseye doğrudan bakabilen ve insan dilinin izah edemeyeceği gizemlerini görebilen tek kişi kendisidir. Galahad Kutsal Kase'yi Arthur'a sunduğu sırada, kasenin ilk koruyucusu yaşlı Arimathealı Yusuf (Galahad'ın yanındaki beyaz giysili figür) kendisini ziyaret ederek tanrının onu cennetine alacağı müjdesini verir, yani daha önce dilediği gibi ölecektir. Sahnenin arkasında, yukarda yine beyaz giysili ve başları etrafında sarı haleler olan figürler ise Galahad'ı cennete götürecek olan meleklerdir. Sahnenin hemen önünde Galahad ve Arimethealı Yusuf'un yüzlerini dönük oldukları tahttaki kişi de Kral Arthur'dur. Kral Arthur'un hemen önünde ise üzerinde "The Siege Perilous" (İng. The Perilous Seat) yazan boş bir koltuk bulunmaktadır. Bu koltuk Merlin tarafından bir gün Kutsal Kase'yi bulacak olan şövalye için ayrılmıştır, yani Galahad'ın koltuğudur. Ama hep boş kalacaktır. Öndeki sahnenin hemena arkasındaki yuvarlak masa da Yuvarlak Masa Şövalyeleri'nin başsız masasıdır ve bütün şövalyeler kendi yerinde oturmaktadır.
Aslında bu hikayenin çevresinde geliştiği Kutsal Kase de Arthur C. Clarke'nin "Yeterince gelişmiş herhangi bir teknolojiyi büyüden ayırmak imkansızdır." sözünün geçerli olduğu bir nesnedir. Hz. İsa çarmıhtayken Arimathealı Yusuf tarafından kanının toplandığı kase olan "Graal", efsaneye göre sahip olana ölümsüzlük getirmekte, bulunduğu ülkeye de bolluk ve bereket getirmektedir. John Boorman'ın artık kült olmuş sinema eseri "Excalibur"da Kutsal Kase'nin özellikleri sinemasal olarak çok güzel anlatılır. Açlıktan kırılan, bütün yeşillikleri kuruyan ülkede, Kase'yi bulup getiren şövalyelerin atlarının geçtiği heryer birden yeniden yeşermeye ve canlanmaya başlar: Tıpkı bir büyü gibi veya büyü sanılan yeterince gelişmiş bir teknoloji gibi. "Kutu" için de bu tanım geçerlidir. İçinde düğmenin bağlı olduğu hiçbir düzenek yoktur ve bomboştur. Ya bir büyüye sahiptir ya da çok ileri bir teknolojiye. Eğer bu bir teknolojiyse kimin teknolojisidir. Elbette, bu dünyanın değil...

Filmin künyesinde de yazdığı gibi (You are the experiment/ Sen bir deneysin) "Kutu" da olanlar aslında uzaylıların "umut" arayışı için yaptıkları bir deneyden ibarettir. Olay bir kutunun etrafında geliştiği için ve düğmesine basan/lar da hep kadınlar olduğu için bir çeşit Pandora'nın Kutusu hikayesidir. Pandora kutuyu açtıktan sonra kutuda, yani insana kalan tek şeyin umut olduğunu da göz önüne alırsak filmin hikayesi daha iyi anlaşılabilir. "Kutu", uzaylıların gerçekleştirdiği deney fikriyle de uzaktan "Dark City/ Gizemli Şehir"e göz kırpıyor. Hatırlarsanız orada da uzaylıların insan ruhunu keşfetmek için kullandıkları bir "laboratuvar şehir" vardı. Film, finale doğru karşımıza çıkan ve uzaylıların bir tür kapı/ portal olarak kullandıkları "yüzme havuzu" sahnesiyle de, 60 yaşında bir bedenle girdikleri havuzdan 20 yaşındaki bir bedenle çıkan yaşlı insanların hikayesinin anlatıldığı -tabii yine bir uzaylı müdahalesi söz konusu- 1985 yapımı "Cocoon/ Koza" filmiyle bir uzak akrabalık kuruyor.
Son olarak, Dr. Who'nun da "50. Yıl Özel Bölümü"nde Gallifrey'deki Doktor'un, gezegeni yok edebilecek güçteki tek silah olan, süslü bir sarı kutu şeklindeki "An"ı  gördüğünde kurduğu cümle ile 'The Box/ Kutu'ya bir gönderme yaptığını belirtelim: "Neden bu kutunun üzerinde koca, kırmızı bir düğmesi yok?"...
Solda "Cocoon /Koza"daki uzaylıların havuzu, sağda da "The Box/ Kutu"daki uzaylıların havuzu.

2 Aralık 2013 Pazartesi

ÖZEL DOSYA: Minimalist Türk Sineması Afişleri

Hepimiz biliriz o Yeşilçam filmlerini, ağlatan, güldüren, düşündüren, başrollerinde hep aynı bildik yüzlerin oynadığı, figüranların hep figüran olarak kaldığı, ya da başrole terfi ederlerdi de bize öyle gelirdi hep, öyle ya Kadir İnanır, Cüneyt Arkın, Tarık Akan, Fatma Girik, Adile Naşit vd.leri 'yıldız sanatçı' olarak mı doğmuşlardı? Ama tabii o zamanlar SES Dergisi'nin o 'artist' yarışması vardı, ki bu yıldızların çoğu da o yarışmadan çıkmıştı. İşte az imkanla öz filmlerin yapıldığı o dönem sinema filmlerine uygun olarak, 27 yaşındaki grafik tasarımcı Selahattin Birgül çocukluğumuzun o filmlerine minimalist sinema afişleri hazırlamış. Yani filmin minimal -en az- düzeyde anlatıldığı ve genelde filmin özüne gönderme yapan sinema afişleri bunlar, başka bir deyişle gördüğümüzde hepimizin muhtemelen "Ne var canım bunları ben de yaparım!" diyeceğimiz, ama aslında asla yapamayacağımız afişler. Elbette bu afişleri hazırlamak için hem yaratıcı hem de filmleri çok iyi tanımak, bilmek gerekiyor ki, Selahattin Birgül'de ikisinin de ziyadesiyle olduğu anlaşılıyor. 
Aşağıda bir kaç tanesini paylaştığımız afişlerin tamamına ve Selahattin Birgül'ün diğer işlerine ATOLYE isimli blogundan ulaşabilirsiniz.