27 Mart 2014 Perşembe

SNOWPIERCER, Joon-ho Bong, Kuzey Kore, ABD, Fransa, Çek Cumhuriyeti, 2013, Bilim-Kurgu, Macera

"İyi günler. Bugün 1 Temmuz 2014, saat 18:00. Dünyanın ilk havaalanından canlı yayın yapıyoruz. Son 7 yıldır çok tartışılan bu ürün gelişmeye devam ediyor. Çevreci grupların ve gelişmekte olan ülkelerin protestoları da devam etmekte. CW-7'nin küresel ısınmaya bir cevap niteliği taşıdığı iddia ediliyor. Bugün buna tanık olacağız. Küresel ısınma hakkında tartışan liderler artık göz ardı edilemez. Bugün, 79 ülke atmosferin en üst tabakalarına CW-7'yi yaymaya başlayacak. Bu olay küresel dereceyi ideal bir seviyeye getirecek. Yarından itibaren, bilim adamlarına göre CW-7 soğutma gazı sıcaklıkları yüksek oranda küresel mevsim normallerine indirecek. Bu küresel ısınma için yapılan devrimsel bir çözüm yolu.
CW-7'nin atmosfere dağıtılmasından kısa bir süre Dünya dondu ve bütün insanlık yok oldu.
Bir trene binip seyahat eden önemli bir kaç kişi insanlıktan geriye kalan son insanlardı."

Bugün kapitalizmin bize sunduğu ve "modern yaşamlarımızı" sürdürdüğümüz o yüksek, çok katlı apartmanlarda bulunan daireler aslında toplumda var olan sınıfsal ayrımların dikey düzleme yansıtılmış şeklidir. Kitaplardaki grafiklerden veya sosyolojik teorilerden aşina olduğumuz bu toplumsal sınıfları/sınıflandırmayı maddi birer unsur olarak yansıtır bize içinde yaşadığımız apartmanlar. Genelde apartman bodrumunda yer alan kalorifer dairesiyle aynı katta olan daire "kapıcı dairesi"dir. Bu, asgari ücretle çalışan, toplumun bütün önemli işlerini (veya üst tabakaların asla yapmayı düşünmeyecekleri işleri) yapan ve yükünü taşıyan ama yine de ezilen sınıf olarak en alt tabakayı temsil eder. Onun üstünde, apartman girişinde (veya yol kotunda) bulunan dairede maddi durumu biraz daha iyi, sabit maaşı olan (muhtemelen devlet memuru veya işçi) ve orta tabaka dediğimiz sınıf oturur. Bu temsil durumu üst katlara kadar ara katlarda da devam eder. Ancak zirveye yaklaştıkça insanların maddi durumu da iyileşmeye başlar; alt katlar kiracıyken, üst katlar ev sahibidir, alt katların hiçbir mülkiyeti yokken üst katlara çıktıkça sahip olunan mülkiyet de artmaya başlar (ev yanında bir araba eklenir buna vs.). En üst kattaki bazen dubleks, genelde teraslı ve en güzel manzaraya sahip dairede ise, bu tabakalaşmadaki en zengin kişi yaşar. Giriş katındaki en az güvenliğe sahip dairedeki kişi apartmana giren herkesle muhatap olurken, en üst kattaki kişi en güvenli biçimde ve "diğerlerinden" yalıtılmış bir şekilde yaşar. Çünkü hangi apartmana giderseniz gidin daire fiyatları (kira veya satılık olsun) en alt kattan en üst kata doğru artar ve bu maddi durum kapitalist sistem içersinde görünmez bir tabakalaşma meydana getirir. Ve bu tabakalaşma içerisinde "herkes kendi ait olduğu yeri bilecektir/bilmelidir".

İşte, senaryosunu Jacques Lob ve Benjamin Legrand'ın yazdığı, çizimlerini ise Alexis ve Jean-Marc Rochette'nin yaptığı "Le Trainsperceneige" isimli çizgi-romandan uyarlanan "Snowpiercer" bizde apartmanlarda görülen bu dikey tabakalaşmayı, onlarca vagonu olan bir tren vasıtasıyla yatay düzleme taşıyarak, sistem eleştirisi yapmaktadır. Girişte filmden yaptığımız alıntıdan da anlaşılacağı gibi, 2014 yılında çok üst seviyelere çıkmış olan küresel ısınmayı mevsim normallerine düşürmek için atmosferin üst tabakalarına CW-7 adlı bir gaz salınır. Ancak bu gaz hava sıcaklığını tahmin edilenin çok daha altına düşürerek tüm dünyayı buzul çağına geri götürür ve sadece yüzlerce vagonlu özel yapım bir trene binerek kurtulmayı başaranlar dışında tüm insanlık donarak yok olur. Hiç durmadan dünyayı dolaşan bu tren insanlara sıcak ve güvenli bir ortam ve yaşamak için gerekli her şeyi sunmaktadır. Ancak her zaman olduğu gibi bu trende de toplumsal bir tabakalaşma vardır ve bunu insanların yaşadığı vagonların lokomotife yani sonsuza kadar çalışacak olan "Kutsal Makineye" yakınlığı belirlemektedir. Dolayısıyla en öndekiler trenin bütün nimetlerinden faydalanırken (yüzme havuzu, disko, sauna, restorantlar, eğitim, özel yaşam alanları vs.), en arkadakiler ise sadece ranzalarda yatmak ve protein kalıplarını yemek hakkına sahiptirler, kendi vagonlarından ileriye geçemedikleri gibi (farklı sınıflara ait vagonlar birbirinden çelik kapılarla ayrılmaktadırlar) sık sık da trenin askerlerinin saldırısına maruz kalmaktadırlar. Arka vagondakiler trene ilk bindiklerinde onlara yiyecek verilmemiş, onlar da sahip oldukları stokları tükettikten sonra açlıktan içlerindeki en zayıflarını yemeye başlamışlardır. Ancak bu aşamadan sonra küresel felaketten önce treni yapıp dünyadaki tüm demiryollarını birbirine bağlayan ve lokomotifi yani "Kutsal Makine"yi kontrol eden/yöneten Wilford onlara yemeleri için protein kalıplarını dağıtmaya başlamıştır. Aslında böylece Wilford, arka vagondakilere eğer kendisi olmazsa birbirlerini yiyecekleri mesajını vermiştir. Zaman içinde arka vagondakiler ayaklanıp ön vagonları işgal etmeye kalkışsalar da hepsi başarısız olmuş ve büyük kayıplarla sonuçlanmıştır...
17 yaşında trene binen ve 17 yıldır da arka vagonlarda yolculuk ederek yaşayan Curtis de, ihtiyar Gilliam'dan aldığı feyzle ve ön vagonlardan gelen gizli mesajlarla lokomotifi ele geçirip trene hakim olmak ve bu tabakalaşmaya son vermek için bir isyan başlatır ve lokomotife doğru ilerlemeye koyulur. Curtis ve adamlarının bu ilerleyişi bile, bilgisayar oyunlarındaki level/seviye atlanmasında karşımıza çıkan şekildedir, her yeni vagon kapısı açılışında hep daha fazlasıyla karşılaşırlar. Her yeni seviyede/sınıfta kendi sefil halleriyle o parlak ve zengin insanlar arasında göze batarlar; kendileri böceklerden yapılan protein kalıpları yerken ön vagondakilerin her türlü balık ve et ihtiyaçlarının karşılandığını görürler. Tabii her aşamada onlara engel olmaya ve yok etmeye çalışan tren askerleri de karşılarına çıkar. Bu açıdan bakıldığında ilerleyişin bir bilgisayar oyunu gibi olduğunu da belirtebiliriz. En üst seviye oyuncu olup, ödülü kazanmak için en ileriye gitmek gereklidir. Verilen tüm kayıplara rağmen lokomotife Curtis, ona kapıları açan Namgoong Minsu ve onun kızı Yona ulaşırlar, ancak lokomotifin kapısı sadece Curtis'e açılır. Ve Curtis burada "Kutsal Makine"nin sahibi Wilford'la tanışır. Filmin son 40 dakikasını oluşturan bundan sonraki sahneler filmin senaryosu için de büyük sürprizler barındırmakta ve neredeyse her şeyi ters yüz etmektedir. Bu aşamada da özellikle Wilford ve Curtis arasında geçen konuşmaların dikkatle takip edilmesini öneririz; zira Kutsal Makine'nin çalışması ve trenin işleyebilmesi için gerekli olan şeyler hakkında yaptığı açıklamalarla, aslında dünyadaki yönetim sistemlerinin nasıl çalıştığını ve bu işleyişin devam etmesi için nelerin gerektiğini açıklamaktadır.

"- Dünya bu tren. Biz de insan ırkıyız."

"- İnsanların lidersiz kalınca ne yaptığını gördün. Birbirlerini yiyorlar."

"- Curtis, herkesin önceden belirlediği bir konumu vardır. Ve senin dışında herkes olması gerektiği yerde.
- Bu yüzden en kötü yerdeki insanlar, en iyi yerdeki insanlara laf atar."

"- Hayatı devam ettirmek için yeterli seviyede endişe ve korku duymalıyız. Eğer yoksa bunu icat etmemiz gerekir."

Aslında, apokaliptik bir gelecekteki Nuh'un Gemisi hikayesi olarak başlayan ve gelişen, finalde ise Adem ve Havva öyküsüne dönüşen "Snowpiercer"ın anlatmak istediğini, ondan çok önce "Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece" diyerek anlatmıştı bize Aşık Veysel.

IMDb          Beyazperde        Rotten Tomatoes

Snowpiercer'ın buzul devrini yaşayan dünyası.

10 Mart 2014 Pazartesi

KISA KISA: Film Üstü Notlar (HARDWIRED/Yüksek Gerilim, Ernie Barbarash, ABD, Kanada, 2009, Bilim-Kurgu, Macera, B-Movie)


Başrollerdeki Val Kilmer, Cuba Gooding Jr. ve şu sıralar Orphan Black isimli diziyle ekranlarda olan Tatiana Maslany gibi iyi oyuncularına rağmen, Hardwired/ Yüksek Gerilim bir B-Movie'nin bütün özelliklerini taşıyor: Kötü oyunculuklar, kötü efektler, kötü kurgu ve idare eden bir yönetmen, ama gerçekten güzel bir konu. Bu yüzden daha iyi bir senaryo ve kurguyla ele alınsa filmi kült mertebesine bile çıkarabilecek "kapitalist sistem eleştirisi" içeren konusu üzerinde durmak bizim için daha anlamlı olacaktır.
Artık her şeyin yönetiminin şirketlerin eline geçtiği, Afrika'daki vahşi hayvanların üzerinden, ABD'nin uçak gemilerine, yörüngedeki uydudan Özgürlük Anıtı'nın elindeki meşaleye kadar her şeyin birer reklam alanı olarak kullanılıp pazarlandığı bir gelecekte; karısını korkunç bir trafik kazasında kaybeden Luke Gibson gözünü bir hastanede açar; ancak hayatı yıkımın eşiğindedir. Ölümcül bir mikroçip aracılığıyla üretici firma HOPE'un yetkilisi (Val Kilmer) tarafından yakından izlenen Gibson, hiç hatırlamadığı bir geçmişten çeşitli imajlar görmektedir.
Aslında beyninde ödem oluşan Luke'un pek yaşama şansı yoktur ve kız kardeşiyle iletişime geçen Hope şirketi, ona beynine yerleştirilecek bir implantla Luke'un yaşama dönebileceğini söyler. Kardeşinin işlemi kabul etmesinin ardından, Luke'un beynine bir implant yerleştirilir ve gözlerini açtığı andan itibaren Luke çeşitli hayaller/görüntüler görmeye başlar. Önce hayal gördüğünü sanan Luke, sonradan aslında bunların birer reklam olduklarını öğrenir. Çünkü görüntülerdeki insanlar ya kendisine belli bir marka saatin ya da bir tür içeceğin reklamını yapmaktadırlar. Heryerde birden fazla şekilde karşısına çıkan reklam görüntüleri bir süre sonra Luke'u delirmenin eşiğine getirir. Bu reklamlara engel olmanın tek yolu ise, kendisi gibi implant yerleştirilmiş başka birinden öğrendiği gibi, ürünü satın alarak ya da çalarak ona sahip olmaktır. Çünkü reklamlar kişi onu satın alana dek görünmeye devam edecek şekilde programlanmış ve böylece reklamı veren üretici firma ürününün satılmasını garanti altına almış olmaktadır. 
"Üzgünüm ama artık yerimiz kalmamıştı. Hayal edebileceğin her yere reklam koyduk ve satürasyon noktasına geldik. Yeni mekanlar yaratmalıydık. Hayal gücünün ötesinde bir yer. İnsanların aklındaki bir yer. Parası olanlara bu aygıtı akıl geliştiren bir şey olarak pazarlayacağız. Boş hayatlarında onlara yardımcı olacak, en üstün bilgisayar kafalarının içine yerleştirilecek. Anında bilgiye sahip olacaklar. Düşünce hızında analiz yapabilecekler. Fakir olanların, sağlık sigortası olmayan milyarlarca kişinin ameliyatlarını, masraflarını biz ödeyeceğiz. Ve aygıt da o zaman takılacak onlara. Bu çok kazançlı bir iş. İstedikleri şeyleri ve nereden alabileceklerini söyleyeceğiz. Kafalarının içindeki reklam yerlerini trilyonlara satacağız."
Evet, aslında Luke'un zihni, toplam 660 kişinin üzerinde denenen ve güzel, süslü bir kılıfla aslında kapitalizme hizmet edecek olan yeni bir çip için deney alanı oluşturmaktadır. "Subliminal reklam" anlayışını birkaç adım daha ileri götüren HOPE şirketi, çip aracılığıyla reklamı direkt zihnin içine koymakta ve ürünü satın alana kadar da kişinin zihninde bunu tekrarlamaktadır. Böylece insanlar delirmemek için, tıpkı alış-veriş yapınca rahatlayan günümüz insanı gibi, ürünü satın almak zorunda kalmaktadırlar. Daha sonra beynindeki çip Hope karşıtı bir hacker grubu tarafından hack'lenen Luke, çip sayesinde hacker grubuyla siber bağlantılar kurarak bir çeşit siber-süper-kahramana dönüşecek ve hiper-siber-kapitalist Hope şirketine karşı savaşacaktır...
Ancak gelin görün ki bu güzel konuyu elindeki tüm imkanlarla mahveden yönetmen, bu oyuncularla bile filmini B-movie kalitesinden öteye taşıyamıyor. Yine de bizim gibi B-movie severseniz oldukça ilginizi çekecek bir film "Hardwired/ Yüksek gerilim".

7 Mart 2014 Cuma

THE EAST/ Gizli Oyun, Zal Batmanglij, 2013, ABD, İngiltere, Suç, Dram, Macera

"Söz konusu olan sizin eviniz, sizin hayatınız değilse içiniz rahattır. Uyuduğunuz yer. Çocuklarınız, eşiniz. Ama suç sizdeyken geceleri uyumak bu kadar rahat olmamalı. Özellikle de biz yaşadığınız yeri biliyorsak. Ne kadar zengin olduğun bizim umurumuzda değil. Bizler tüm suçluların yarattıkları dehşetle yüzleşmelerini istiyoruz. Çünkü işledikleri cinayetlerden kurtulmak o kadar kolay olmamalı.
Bize yalan söylerseniz, biz de size söyleriz.
Bizi gözetlerseniz, biz de sizi gözetleriz.
Yaşam alanlarımızı zehirlerseniz biz de sizinkini zehirleriz.
Biz Doğu'yuz…"

Eylemlerinde "göze göz, dişe diş" düsturunu benimseyen eko-anarşist bir grup olan East/Doğu'nun hikayesini anlatıyor "The East/ Gizli Oyun". Özel bir istihbarat şirketinde çalışan eski FBI ajanı Sarah Moss VIP müşterilerin korumasıyken, onun gizli görevlerdeki başarısını fark eden patronu tarafından varlığı sadece bir var/sayım olan East/Doğu isimli eko-anarşist grubu araştırması ve içine sızması için görevlendirilir. Bir müddet sokaklarda yaşayıp, kimsesizlerle ve sokak insanlarıyla vakit geçiren Sarah artık Doğu'nun bir şehir efsanesi olduğuna karar verecekken şans eseri örgütün elemanlarından biriyle tanışır, daha doğrusu bir polis kovalamacası sırasında yaralanan Sarah takıldığı sokak insanlarından birinin Doğu üyesi olduğunu öğrenir. Tedavi için Doğu'nun hücre evine götürülen Sarah burada da hem bu eko-anarşist örgüt, hem de onun tüm üyeleriyle tanışma fırsatı bulur. Ormanlık bir arazide, gözlerden uzak bir evde ilkel-komünal yaşam süren Doğu üyeleri, çöplerden veya doğadan topladıklarıyla beslenmekte, hiçbir şeye para ödememekte, banyolarını bile nehirde toplu halde ve toplu halde yaptıkları diğer her şey gibi bir tören havasında yapmaktadırlar. Teknolojiyi de daha çok kendi hedeflerine ulaşmakta bir araç olarak kullanmaktadırlar. Örgüt çevreye ve insanın varlığına zarar veren herkese ve herşeye karşı bir dizi eylem hazırlığı içindedir. Sarah bir yandan planları çok gizli tutulan bu eylemlerin içeriğini öğrenmeye çalışırken bir yandan da yaptığı işe ters düşerek, hem örgütün lideri konumundaki Benji ile duygusal bir yakınlaşma yaşayacak hem de içinde yaşadığı ve kendisinin de hizmet ettiği kapitalist düzenin doğa ve insanı ne hale getirdiğini/ nasıl sömürdüğünü keşfedecektir.
Hayata, sisteme bakışınızı değiştirecek türde yer yer belgeselvari bir anlatıma sahip olan film, özellikle ilaç şirketlerinin, endüstriyel fabrikaların vs.'nin hükümetlerle içine girdikleri ortaklıklarla hayatımıza nasıl müdahale ettiklerini vurguluyor. Bu noktada Doğu'nun onlarla mücadele için seçtiği yöntem de oldukça ilginç ve başta dediğimiz gibi "göze göz, dişe diş"... Eylemler başladığında Sarah'ın da gördüğü gibi, örgüt bir ilaç firmasına sattığı ilaçların yan etkilerinden dolayı eylem düzenlerken, şirketin bütün üst düzey yöneticilerine bir şekilde bu ilacı verip aynı yan etkileri yaşamalarını sağlıyor, ki filmde de şirketin bütün yöneticileri bir süre sonra ilacın yan etkilerinden dolayı ölüyorlar. Veya fabrika atıklarıyla kentteki insanların ölümüne sebep olan fabrikanın sahibini atıkların bırakıldığı anda nehre atıyorlar. "Yaşam alanlarımızı zehirlerseniz biz de sizinkini zehirleriz.". Yönetmen Batmanglij'ın örgütün bu eylem tarzıyla aslında 1992'de İngiltere'de kurulan ve ABD'de en tehlikeli terör örgütleri listesinde yer alan "Earth Liberation Front/ The Elves" isimli eko-terörist örgüte gönderme yaptığı da söylenmektedir. 
Filmin bir diğer önemli noktası da sarah'ın örgüte kabul töreninin yapıldığı sahnedir. sarah'ın anarşist bir grup içinde, komünal bir şekilde yaşayıp yaşayamayacağını sınayan bu törende Sarah ve bütün örgüt üyeleri bir masanın etrafında deli gömlekleri giymiş olarak oturmaktadırlar. Önlerindeki tabaklarda akşam yemekleri vardır ve Benji, Sarah'a "Hadi önündeki yemeği ye! Sen başlayana kadar biz de başlamayacağız, senin yemeni bekleyeceğiz." der. Deli gömleği giymiş olan Sarah çeşitli şekillerde önündeki tabakta bulunan yemeği yemeyi denese de başarılı olamaz. Sonra ağzını tabağa gömüp, tastan yemek yiyen hayvan gibi yemeye başlar. Ama, Sarah örgüte kabul edilse de, doğru eylem bu değildir! [Siz nasıl yerdiniz bu yemeği? Merak edenlere ben daha başta nasıl yemem gerektiğini bilyordum, anarşist olduğumdan olsa gerek! Bilmiyorsanız filmi seyredince görürsünüz.]
Filmde Sarah'ı canlandıran ve aynı zamanda yönetmen Zal Batmanglij'le birlikte senaryoya da imza atan Brit Marling (kendisini Another Earth/ Başka Bir Dünyafilminde canlandırdığı Rhoda Williams karakterinden de hatırlayabilirsiniz), senaryoyu yazmaya başlamadan önce Zal Batmanglij ile birlikte 2009 yılında 2 ay boyunca freegan olarak yaşamışlar. Yani doğal olan karşılıklı ihtiyaç duyma düzenini ortadan kaldırıp, onun yerine herşeyi alınır-satılır eşyalara dönüştüren kapitalizme bir tepki olarak; hiç para kullanmamışlar, sokaklarda yatıp kalkmışlar ve sadece çöplerden veya atık yiyeceklerden beslenmişler. Kısaca sokaktaki anarşist kollektive dahil olmuşlar. Aslında filmin adı "The East/Doğu" da biraz bu sokaktaki anarşist kollektiv insanlara yani sıradışı veya dışlanmış "öteki veya farklı" insanlara gönderme yapıyor. Yönetmene göre Doğu, bir ayağıyla Oz Büyücüsü'ndeki doğunun lanetli cadısına gönderme yapıyor, çünkü bu öykü Amerika'da Washington tarafından  Orta Batı bölgelerine tabi tutulan doğunun hikayesi. Doğu diğer ayağıyla da, yine batıdan (Amerika ve Avrupa) farklı tutularak ötekileştirilen, egzotikleştirilen Uzak Doğu ve Orta Doğu'ya gönderme yapıyor. Kısaca doğu her ülkede, her yön karşısında aynı kaybetmişlik içerisinde yer alıyor. Doğu bizim de yaşamımızdan, zamanımızdan, yüreğimizden, aklımızdan ve insanlığımızdan soyutladığımız, farklılaştırarak ötekileştirdiğimiz bir yön değil midir? Coğrafya değil midir? Sonuçta, bu yön de bir coğrafyaya işaret etmektedir. Kısaca kuzey-güney değil de doğu-batı diye ikiye ayrılmış ve merkezine de tarihi yazanlar, keşifleri/buluşları  yapanlar olarak (kabul edilen) batıyı koymuş olan dünyada, öteki taraftır Doğu. Hatta içinde yaşadığımız kapitalist ve emperyalist dünyada doğu artık, aynı zamanda kötüleştirilen, teröristleştirilen Müslüman (İslam Dünyası) anlamına da gelmektedir. Bu nedenle de East/Doğu'nun amblemi doğuyu işaret eden bir pusuladır... 

"Biz Doğu'yuz.
Sizin uyandırma servisiniziz.
Sizden hiçbir şey saklamıyoruz.
Biz siziz.
Sıkıcı işlerinizden bunalıp kaçarak açık havada koşturduğunuz sabahlarız biz.
Birini ilk kez öpüp ondan karşılık aldığınız anız biz.
Biz uykunuzun tutmadığı geceleriz.
Gözlerinizi tavana dikip bu mu yani "Hayattan payıma düşen bu mu?" dediğiniz o geceleriz.
Hayır.
Hepinizin içinde korku bilmeyen bir özgürlük var."