29 Haziran 2014 Pazar

LOS ULTIMOS DIAS/ Dünyanın Son Günleri, David Pastor, Àlex Pastor, İspanya, 2013, Bilim-Kurgu, Macera

Bir yanardağ patlamasıyla dünyanın atmosferine yoğun miktarda kül yayılır ve bu küllerle birlikte yeryüzünün derinliklerinden gelen bir virüs de insanlığı kısa sürede etkisi altına alır. Ya da, filmdeki bilim adamlarının birdenbire ve sebepsizce ortaya çıkan ve kısa sürede tüm dünyayı etkisi altına alan bir "salgın hastalığın" sebebini, çok da bilinçli olmadan, salgınla eş zamanlı olarak gerçekleşen bu yanardağ patlamasına bağlarken yaptıkları açıklama budur. Aslında filmde karşımıza çıkan salgın hastalık bizim birer seyirci olarak çok da yabancısı olmadığımız türde bir salgın. Daha önce "sebepsizce ortaya çıkarak tüm dünyayı etkileyen metafiziksel salgın" örneklerini Shyamalan'ın "Happening/ Mistik Olay" filmiyle başlayıp "Blindness/ Körlük" ve "Fin/ Dünyanın Sonu" ile devam eden süreçte sinemalarda izlemiştik. Happening'de sebepsizce birdenbire delirerek intihar eden insanlar varken, Körlük'de ise birdenbire sebepsizce körleşen insanlar vardı (yalnız bu siyah bir körlük değil beyaz bir körlüktü. Görme yetisini kaybedenler bembeyaz bir boşluk görüyorlardı -gerçi körlerin siyah bir boşluk gördüklerini nereden biliyoruz ki?). Fin/ Dünyanın Sonu'nda da insanlar birdenbire ve sebepsizce ortadan yok oluyorlardı. "Los Ultimos Dias/ Dünyanın Son Günleri"nde ise "Panik" adı verilen hastalığın etkisiyle insanlar birdenbire ve sebepsizce bir "agorafobi"ye kapılıp, evlerinden, işyerlerinden dışarı çıkamaz hale geliyorlar. İnsanlar hastalığa yakalandıklarında neredeyse hayatlarının geri kalanını da orada geçirmek zorunda kalıyorlar. Dışarı çıkmayı denediklerinde ise ölümle sonuçlanan bir panik-atak krizi geçiriyorlar; filmin özellikle bu sahnelerinde panik-atak sahibi seyirciler kriz anlarının ne kadar gerçekçi ifade edildiğini çok iyi anlayacaklardır. İnsanlar gökdelenlerde, iş merkezlerinde, AVM'lerde, metro duraklarında, evlerinde hapi kalmış şekilde yaşamlarını devam ettirirken; iyi organize olmuş gruplar hayatta kalıp su ve yiyecek sıkıntısı çekmezken, organize olamayan gruplar ise açlık ve susuzlukla karşı karşıya kalıp su ve yiyecek için savaşmaktadırlar. Kimi gruplar da hapis kaldıkları binaların bodrumlarından metro tünellerine yeni tüneller açarak, şehir de ve binalar arasında dolaşabilmektedirler.
Yoksa doğa filmler aracılığıyla bize bir mesaj mı vermeye çalışıyor?
Hastalığa yakalandığında iş yerinde olan kahramanımız Marc da bu tünel kazan gruplardan birindedir ve metro tünellerine çıkıp hamile sevgilisine ulaşmayı amaçlamaktadır. Kazdıkları tünel metroyla birleştiğinde yatalak babasının yattığı hastaneye gitmek isteyen ve bir GPS'i olan Enrique ile iş birliği yapar. Film bir yandan onların yer altındaki yolculuklarını, karşılaştıkları yozlaşmış grupları anlatırken, bir yandan da geri dönüşlerle salgın öncesi hayatlarını ve salgının nasıl başladığını anlatmaktadır. Salgının başlarında panik- atağa dayanamayan insanlar tıpkı Happening'de olduğu gibi intihar etmektedirler, hatta arabada olmaları da onları panik-ataktan koruyamamakta ve kaza yapmaktadırlar. Salgının etkisi olan panik-ataktan korunmanın tek yolu tamamen camdan da olsa bir "mekanda" bulunmaktır. Bu da aslında günümüz modern insanın en büyük hastalığıdır: Kendisini camdan da olsa dört duvarla sınırlandırmak, şehirlerini dört duvar oluşturacak şekilde yüksek betonarme gökdelenlerle, binalarla çevirmek ve kendisini doğadan uzaklaştırmak. Film de bunu vurgularcasına hep cam kaplı yüksek binalara odaklanır, ortada doğaya ait bir tek belirti göremezsiniz. Filme hakim olan metalik-mavi renklerde doğanın canlı renkleri adeta soyutlanmıştır. Doğanın canlı renkleri sadece Marc'ın sevgilisini gördüğü hayallerinde karşımıza çıkar. Aslında bu da bize filmdeki salgının sebebini açıklamaktadır. Tıpkı yukarıda kısaca değindiğimiz üç filmdeki gibi, doğa kendisini dışlayan, diktiği yüksek duvarlarla kendisini bir parçası olduğu doğadan soyutlayan insanlıktan intikam almaktadır. "-Ne kaldı Marc?" diye sorar filmin bir sahnesinde Enrique, ve ekler "-Zaten biteli çok olmuştu!". Çünkü insanoğlu uzun süredir doğadan kopuk olarak yaşamaktadır, Enrique ise cebinde sağdan soldan topladığı tohumları taşımaktadır doğaya borcunu ödemek için. Salgının en ilginç noktası ise, salgın henüz dünyayı tamamen etkisi altına almamışken aslında ilkel kabilelerin bu hastalığa karşı bir tür bağışıklıkları olduğunun anlaşılmasıdır. Çünkü bu ilkel kabileler doğaya saygılı, onun hayatlarındaki yerini ve önemini bilen, kendilerini yüksek duvarlarla sınırlandırmayan, doğayla içiçe yaşayan insanlardır; kendisini sürekli bir mekan içerisine yerleştirmeye çalışan ve ancak bir mekanla ve mekanda varolabileceğini sanan modern insanın aksine. Filmin bir sahnesinde Marc ve Enrique sığındıkları kilisede bir ayıyla karşılaşırlar ve onu öldürmek zorunda kalırlar. Bu sırada ayının boynundaki madalyonu görüp kahkaha krizine tutulurlar. Ayının madalyonunda "Zoo Barcelona/Barselona Hayvanat Bahçesi" yazmaktadır; ayı oraya yürüyerek ve serbestçe gelmiştir, kendileri ise şimdi gerçekten bir Barselona Hayvanat Bahçesi olan, beton duvarlar arasında hapistirler. Evet, insanlar dışarıya çıkamasa da hayvanlar özgürce gezmektedirler artık dışarda. 
Finalde hamile sevgilisini bulan Marc'ın karşısında çok büyük bir sorun vardır. Metro tüneli sadece sevgilisinin bulunduğu binanın karşısındaki binaya kadar gelmektedir. Tünelin ötesi tıkanmıştır, tıpkı o anda Marc'ın da tıkandığı gibi. Karşı binaya geçebilmesi için tek seçeneği vardır, dışarı çıkmak... Enrique'nin ona verdiği doğanın yeniden dirilişi ve doğayla yeniden iş birliği yapmak anlamına gelen tohumları da cebine koyan Mark, belki de tohumları taşıdığı için doğanın ona acıması/ bir şans daha vermesi nedeniyle, sonunda karşıya geçmeyi başarır. Yıllar sonra, onları hem çocukları doğmuş hem de bir serada tohumları yetiştirir olarak görürüz. Dünyadaki bütün betonarme binalar doğanın özgürce büyümesi sonucu yeşil dallarla kaplanmış ve adeta doğa tarafından o kötü renkleri ve biçimleri silinmiştir. 
Üstelik yeni doğan çocuklarda artık Panik hastalığının etkileri de görülmemekte ve dışarı çıkabilmektedirler.
Aslında doğa insanlığı formatlamıştır. Anne babaları eski/kötü nesil olarak binalar içinde yok olacakken, onlar korkusuzca dışarda dolaşıp doğayla barışık yeni bir dünya kuracaklardır...
Özellikle ülkemizdeki şartları ve iktidar politikalarını göz önünde bulunduracak olursak mutlaka izlenmesi gereken bir film Dünyanın Son Günleri. Özellikle Mistik Olay, Körlük ve Dünyanın Sonu'nun dahil olduğu kategorinin en iyi filmi olduğunu da belirtelim.
"-Ne yani artık lağımlarda mı yaşayacağız?"
Gözlük ve pencere camları tarafından filtrelenmeden gelecek olan güneş ışınlarına hazır mısın Marc?

27 Haziran 2014 Cuma

FİLMSEL KAVRAMLAR: "Standart Lineer Programlama" (Order of Chaos/ Kaos Düzeni, Vince Vieluf, ABD, 2010)

Order of Chaos veya Kaos Düzeni, subliminal (bilinçaltının en derinlerine hitap eden) mesajlar içeren bir film. Gayet düzenli hayatı olan bir beyaz yakalının hayatının nasıl bir kaosa sürüklendiğini anlatan film boyunca, arka sahnede bir duvar yazısı, son dakika haberi, radyo konuşması vs. şeklinde öndeki sahneye eşlik eden bir mesaj verilmekte. Aşağıdaki metin de, kahramanımız işinden kovulmasının ardından arabasının içinde hezeyan geçirirken arkada araba radyosundan yükselen bir konuşma. Bir "Komplo Teorisi" niteliği taşıyan konuşmanın içeriği aslında bize çok da uzak değil. Arap Baharı, Turuncu Devrimler ve bizdeki #Gezi olaylarının yanı sıra Ortadoğu'daki karışık durumun da bir nevi sebebini anlatıyor bize. İşte "Standart Lineer Programlama":

"... daha çok kimyasal silah kullanımı, halka ve dünyaya açıklamalarını işte böyle yapıyorlar. Bu sonuca nasıl vardılar ya da bu senaryolar için milyonlar ödenen düşünce kuruluşları bunu nasıl hayal edebildiler bilmiyorum. Şöyle devam ediyor, beyne monte edilen bilgi yongaları, elektromanyetik atım silahları. Orta sınıf artık devrimci oluyor, Marksist proletaryanın görevini onlar üstleniyor. Ortadoğu'daki ülkelerin nüfusları %132 oranında artarken, doğurganlık düştükçe Avrupa'nın nüfusu da düşüyor. Hızlı kalabalıklar. Hızlı kalabalıklar, bunlar hızla ortaya çıkan gruplardır. Bunlar bazan suç grupları tarafından ya da terörist gruplar tarafından organize edilebiliyorlar. Şimdi, şu pragrafın üzerinden bir daha geçelim. Dediğim gibi halka işte bu şekilde sunuluyor. Bu, Standart Lineer Programlama. Ve size bir taraftan bu sonuçlara nasıl vardığını açıklamadan korku vermeye çalışırken..." (Radyo burada kapanıyor)

Bu durumda, yukarıdaki konuşmaya göre "Standart Lineer Programlama", insanları korkuyla tehdit ederek onları önceden belirlenmiş seçimleri yapmaya yönlendirmek anlamına geliyor. Tabii insanlar yaptıkları bu seçimlerin kendilerinin seçimi olduğunu düşünmesine rağmen, aslında bu sadece bir toplumsal programlamadır. Konuşmanın başında geçen kimyasal silah kullanımı veya bir ülkenin nükleer silahlara sahip olduğu söylenceleri hep toplum üzerinde korku yaratmayı ve taraflar oluşturmayı amaçlamaktadır. ABD, Irak'a müdahale ederken Saddam'ın nükleer silahlara sahip olduğu söylencesini yaymıştı, bir süre önce Suriye'de sivillere karşı kimyasal silah kullanıldığı söylenceleri ortaya çıkınca sözde Esad'a karşı savaşan ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) kimyasalları Esad'ın kullandığını, Esad da ÖSO'nun kullandığını savunmuştu. Dünyada ise AKP gibi Esad'ın devrilmesini isteyenler kimyasalları Esad'ın kullandığını, Esad'ın devrilmesini istemeyenler ise ÖSO'nun kullandığını savunmuşlardı. Sonuçta hem Suriye hem de dünya nezdinde iki taraf oluşturulurken; gerçekte kimyasal silah kullanıldı mı, kullanıldıysa kim kullandı soruları cevapsız kalmıştı. Çünkü önemli olan sadece söylencenin ortaya atılıp yayılmasıydı, gerçekle kimse ilgilenmiyordu. Peki bu senaryoları kimler hazırlayıp yürürlüğe koyuyorlardı? Elbette konuşmada sözü geçen ve hükümetler tarafından milyonlar ödenen düşünce kuruluşları, ki bunlar her ülkede Sivil Toplum Kuruluşu olarak faaliyet göstermektedirler. Bunların en ünlüsü George Soros'un kurmuş olduğu Açık Toplum Enstitüsü'dür. Bu kuruluş, 2000 yılında Sırbistan'da Slobodan Miloseviç'i deviren ve Sırp demokratik gençlik hareketi olan OTPOR aracılığı ile Sırbistan, Gürcistan, Ukrayna, Belarus ve Venezuella'da hükümetleri devirerek, son olarak Arap Baharı'nın yaşandığı ülkelerde bu hareketi başlatmıştır (NOT: Soros verdiği bir demeçte, Gürcistan'da 2003 yılında gerçekleşen Kadife Devrimi'ni mali olarak desteklediğini açıklamıştır). Yine bir başka düşünce kuruluşu da ödeneğini her yıl Dışişleri Bakanlığı aracılığı ile ABD Kongresi'nden alan NED'dir. Adı, "National Endowment for Demokracy/ Ulusal Demokrasi Fonu"'nun kısaltması olan NED, 1983'te Sovyetler Birliği yıkılmadan önce hem birlik içinde hem de çevre ülkelerde anti-komünizm ve anti-sovyetizm faaliyetlerini finanse etmek için kurulmuştur. Aslında kuruluş amacı bile NED'in komünist doğu blokuna karşı, demokrasi kisvesi adı altında kapitalist batıyı savunduğunu ve ona hizmet ettiğini  açıkça göstermektedir. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra ise NED, OTPOR ve daha sonra OTPOR elemanları tarafından kurulan CANVAS gibi örgütleri finanse ederek, ABD çıkarlarına uygun olarak istenmeyen hükümetlere karşı şiddet içermeyen sivil itaatsizlik eylemlerini hayata geçirmektedir. Gündemle de alakalı olarak son bir örnek de ABD'deki Doğu Batı Enstitüsü'dür. Yeni cumhurbaşkanı adayımız Ekmeleddin İhsanoğlu'nun da "Hayat Boyu Başarı Ödülü" aldığı bu kuruluş da aslında CIA'nın yan kuruluşu konumundadır ve ABD çıkarlarını gözetmektedir. Dolayısıyla bu kuruluşlar da "Standart Lineer Programlama"nın birer parçasıdırlar.
Alıntılanan konuşmadaki bir diğer önemli satır ise "Orta sınıf artık devrimci oluyor, Marksist proletaryanın görevini onlar üstleniyor." cümlesidir. Bu da açıkçası birer devrim olarak önümüze sürülen Kadife Devrim, Turuncu Devrimler, Arap Baharı ve hatta bizim Gezi olaylarının neden birer devrim olmadığını açıklıyor. Zira sistemin sunduğu her şeye, bir işe -devlet memuru-, birer ev ve arabaya, yazlığa, her yıl düzenli çıkılan bir tatile, mutlu bir aileye sahip olan orta tabakanın devrim yapma ve bunu başarma gibi bir özelliği yoktur; çünkü sürekli olarak bir şeyler kaybetme endişesi taşıyan insanlar devrim yapamazlar veya akşam beşte işten çıktıktan sonra devrime katılınmaz/yapılmaz. Bu sadece "Standart Lineer Programlama"nın bir paçasıdır. Bu tür hareketler sadece 68'de başarılı olmuş ve hükümetleri bir nebze de olsa sarsmış ve korkutmayı başarmıştır. Ondan sonra sürekli olarak belli aralıklarla bu hareketler tekrar etmiş, ama bırakın hükümetleri sarsmayı onların politikalarına bile yardımcı olmuştur. Çünkü eğer toplum belli periyodlarda bu hareketlerle bir devrim yaptığı hissine büründürülmezse, içlerinde biriken devrim ihtiyacı toplumda çok daha yüksek bir depreme (devrime) sebep olup hükümetleri devirebilir. Ve bu hareketlere dikkat edin içlerinde proletarya sınıfından hiç kimse yer almaz (zaten bu sınıfın devrim yapma ihtimali düşük ücret, işveren tehditleri, sendikal haksızlıklar, fakirleştirme politikaları ile yok edilmiştir) ve ne ABD ne de kapitalizm/emperyalizm aleyhine bir slogan görürsünüz. Çünkü bu "Standart Lineer Programlama"dır.
Yine yukarıdaki konuşmadaki önemli bir satır "Ortadoğu'daki ülkelerin nüfusları %132 oranında artarken, doğurganlık düştükçe Avrupa'nın nüfusu da düşüyor. Hızlı kalabalıklar. Hızlı kalabalıklar, bunlar hızla ortaya çıkan gruplardır. Bunlar bazan suç grupları tarafından ya da terörist gruplar tarafından organize edilebiliyorlar."dır. Biliyorsunuz Başbakan Erdoğan'ın en büyük politikası her aileye 3 çocuk yaptırabilmek, hatta bunu beşe çıkarıp nüfusu "hızla" büyütmek. Ancak hızla büyüyen bu nüfusun eğitim-öğretimi, çalışma olanakları nasıl olacak ona hiç değinilmiyor, onları nasıl bir gelecek bekliyor hiç üzerinde durulmuyor. Burada önemli olan sayısal olarak çoğalmak/artmak ve hızlı kalabalıklar biçimine dönüşmek. Çünkü böylece hem gelecekteki İslami teröre potansiyel militan yetiştirilmiş olacak, hem de eğer militan olmazlarsa hızla büyüyen kalabalıklar içinde eğitimsiz ve işsiz olacaklarından suça sürüklenip, suç dünyasının birer elemanı haline geleceklerdir. Hiç olmadı, her durumda kapitalizm için en ideal tüketici haline dönüşecektir "hızlı kalabalıklar". "Ortadoğu'daki ülkelerin nüfusları %132 oranında artarken", orada terör, sefalet, cehalet de artmaktadır, ama nüfusu düşen Avrupa'da eğitim-öğretim seviyesi arttığı gibi, işsizlik oranı da düşmekte ve refah düzeyi yükselmektedir. Erdoğan 3-5 çocuk isterken yapılan aslında sadece "Standart Lineer Programlama"dır, ve bu isteği veya istediklerini o kadar çok tekrarlarlar ki o istek ister istemez "beyne monte edilen bilgi yonga"sı haline gelir artık. Siz de devrim yapmakla, 3-5 çocuk yapmakla yanıp tutuşursunuz...
Subliminal-1: Aman İlluminati'ye dikkat edin mi diyor, yoksa gerçeği görmek için 3. gözünüzü açık tutun mu?
Subliminal-2: Bir tuvalet yazısı; "9.11 (İkiz Kuleler) devletin işiydi" diyor.
Subliminal-3: Televizyon haberlerinde 3 farklı zamanda verilen son dakika haberlerini yan yana koyduğunuzda, bize Amerika'nın savaş çıkarma konusunda uzman olduğu hakkında uyarı verdiklerini görüyorsunuz. "9.11"den bu konuda gerçekten de iyi olduklarını biliyoruz aslında biz.

26 Haziran 2014 Perşembe

YAKINDA: MAD MAX - Fury Road, George Miller, ABD, 2014, Bilim-Kurgu



Mel Gibson'la hem hafızalarımızda, hem de sinema tarihinde kendisine özel bir yer edinen nevi şahsına münhasır post-apokaliptik anti-kahraman Çılgın Max'imiz bu sefer Tom Hardy'nin nezdinde ve oyunculuğuyla yeniden beyazperdeye aktarılıyor. Kadın oyuncu olarak Charlize Theron'un yer aldığı yeni Mad Max filmi önceki versiyonlarını geçer mi bilemeyiz ama Mad Max olması itibariyle zaten oyuna 1-0 önde başlıyor. Henüz fragmanı olmasa da -aşağıda paylaştığımız- bir "sneak-peek" (filmler henüz adam gibi piyasaya çıkmadan önce ona göz atmak: bir nevi tadımlık) videosu ortalarda dolaşıyor. 
Merakla bekliyoruz...

21 Haziran 2014 Cumartesi

Dört Gözle Beklenenler: Nation Awakes, Umair Nasir Ali, Pakistan, 2016, Süper-Kahraman, Bilim-kurgu


Nation Awakes, yani "Bir millet uyanıyor" gibi bir isme sahip olan bu film Pakistan nezdinde dünyayı kurtaracak olan ve adı da, tıpkı Amerika nezdinde dünyayı kurtaran Kaptan Amerika gibi,  "Pakistan" olan yeni bir süper kahramanın hikayesini anlatıyor veya anlatacak diyelim. Çünkü henüz daha işin çok başında yapımcıları ve senaryosunun da %80'i tamamlanmış durumda. Çok acayip afişlere sahip bu Pakistan filminin hem senaryo yazarı hem de "Pakistan" isimli süper kahramanını canlandıracak kişi olan Aamir Sajjad için yapılan en güzel yorum ise, "Hollywood'un Örümcek Adam ve Batman'i varken, Hindistan'ın Ra.One ve Krish'i varken, O, Pakistan'ı temsil edecek bir süper kahraman yaratmanın gerektiğini düşündü." şeklinde. Henüz senaryosunun yazım aşamasında olan filmin gösterim tarihi olarak 2016 öngörülüyor. Şu an ortalarda sadece 2D animasyon bir fragmanı var ve onda da sadece süper kahraman Pakistan'ın resmini görüyorsunuz.  Aslında hem filmin adından hem de Aamir Sajjad için yapılan yorumdan da anlaşılacağı gibi batının dünyayı kurtarma ve süper kahraman enflasyonuna karşı ve 'Hindistan yapıyorsa biz de yapabiliriz' fikrinden yola çıkarak yaratılmış bir kahraman var karşımızda. Ancak batının tekelinde tuttuğu kimi düşüncelere (süper kahramanlar, dünyayı kurtarmalar vs.) karşı olarak üretilmiş, Doğu'yu yüceltecek her iş gibi bunun da sonuna kadar arkasındayız. Burada tek mesele 2016'ya kadar nasıl bekleyeceğimiz!
Bollywood ve Pakistan bile süper kahraman filmini yaratmışken bizim hala böyle bir kahramanımızın olmaması ilginç. Zira DC Comics bile bir süre önce adı "Janissery/ Yeniçeri" olan, bir elinde ucu kıvrık kılıç, bir elinde Kur'an ve göğsünde de Ay-Yıldız taşıyan bir kadın süper kahraman yaratmıştı. Kaldı ki Türk bir süper kahramana Yeniçeri adının ne kadar çok yakışacağını da bizden daha iyi bilemezlerdi herhalde... Bu arada Pakistan'ın kostümü her ne kadar Green Lantern/Yeşil Fener ve Kaptan Amerika'yı andırsa da gerçekten muhteşem olmuş. Dört gözle bekliyoruz...
Bu da gavur icadı Türk ve kadın süper kahraman Yeniçeri.
Nation Awakes (Resmi Web Sitesi)                 IMDb

20 Haziran 2014 Cuma

PIG, Henry Barrial, ABD, 2011, Gizem, Dram, Bilim-Kurgu


Konusunu anlatmaya nereden başlasak elimizde kalacak şekilde spoiler/sürpriz bozan içereceği için çok kısa özetleyelim istedik. Öncelikle hem afişinden hem de "tagline/tanıtım cümlesi"nden anlayabileceğiniz gibi karşımızda yine insan zihni ve anılarıyla oyun içerisinde olan bir film var. Adı ve kim olduğu dahil olmak üzere geçmişine ait hiç bir şey hatırlamadan, elleri bağlı ve başında da siyah bir çuvalla çölde uyanan isimsiz kahramanımız içinde bulunduğu durumu sorgularken cebinden üzerinde "Manny Elder" yazan ufak bir kağıt parçası çıkar. Bunun adı olabileceğini düşünürken çölün ortasında bayılır. Daha sonra gözlerini açtığında İsabel isimli çocuklu bir kadının evindedir ve kadın onu çölde baygın vaziyette bularak evine getirmiş ve çağırdığı doktora da tedavisi yaptırmıştır. Bir süre Isabel ve oğluyla yaşayan, hatta Isabel'le arasında duygusal bir ilişki oluşan isimsiz kahramanımız, cebinde bulduğu kağıtta yazan ismi araştırarak kendi geçmişini, adını ve kim olduğunu öğrenmek ister. İşte bundan sonrası biraz karışarak devam eder filmin. Çünkü kahramanımız kendini tanımak adına ilerleyip, belirli aşamalara geldikçe tekrar ve tekrar çölde uyanıp aynı şeyleri yaşamaya başlar -ancak burada film bizim zaten izlemiş olduğumuz uyandıktan sonraki her şeyi anlatmadan doğruca kaldığı yere bağlanır; hatta bazen bağlanmadan yarım kalır ve tekrar başa döner-. Hatta filmi seyrederken ekrana dikkat ederseniz, her "çöldeki uyanış" sırasında ekranın sol altında 1.2, 1.3, 1.4 şeklinde kendine gelmenin "versiyonları" yazmaktadır. Önce bu anlamsız gelebilir size ama finaldeki açıklamadan sonra bunun nedenini anlarsınız. 
Dediğimiz gibi daha fazlası her türlü spoilerı/sürpriz bozanı açık edeceği için gerisini izleyin deriz. Film genel olarak yavaş ilerleyen bir film olsa da, uyandırdığı merakla veya sonunda ne olacağı düşüncesi ile kendisini izlettiriyor. Bu nedenle forumlarda karşınıza çıkacak kötü yorumlara aldanıp filmi bir kenara koymayın ve izleyin. İsimsiz kahramanımızın sebep olduğu ailevi bir felaketin etkilerinden kurtulmak için neleri göze aldığını görün ve onun yerinde siz olsaydınız ne yapardınız onu düşünün... 
Ya da böyle bir şey yapar mıydınız? Onu düşünün...

“Sen kimsin? Sana kim olduğunu anlatacağım. Sen yaşın değilsin, geçmişin, etnik kökenin, ten rengin de. Sen mesleğin değilsin, malın mülkün, hobilerin, inançların da. Eğer her şeyi hayatından çıkarabilseydin, çocuklar, aile, her şeyi. Geriye ne kalırdı? Bilincin, özün. Gerçek olan. Bütün diğer şeyler etiketlerindirler ve etiketler hakkındaki gerçek ise doğru olmadıklarıdır. Etiketlerin sen değildir. Öyleyse neden etiketler? Kendimizi acıdan korumak için. Sadece fiziksel acıdan değil, duygusal acıdan da. Peki duygusal acının ana kaynağı nedir? Anılar. Travmatik anılar. Örneğin eğer tacize maruz kalarak büyümüşseniz veya korkunç bir suçun mağduruysanız veya meslek gereği korkunç şeyler yapıyorsanız hep bu anıların davetsiz yansımalarıyla yaşamak zorunda kalırsınız. Anıların yeni bir tasarımcıya kavuştuğu yeni bir çağa giriyoruz. Neuroids bize gerçek bir seçenek sunuyor.

Eğer etrafınızdaki herkes dertlerinden arınmış olsaydı sizce günlük yaşantınız nasıl değişirdi? İnsanlar arasındaki olası ilişkileri ve aleniyeti hayal edebiliyor musunuz? Buradaki iyi niyeti?

Zihni kurtar ki sonunda insanlığı kurtarabilelim.”


13 Haziran 2014 Cuma

EN GÜZEL YERİ: Amazing Spiderman-2/ İnanılmaz Örümcek Adam-2, Marc Webb, ABD, 2014, Macera, Fantastik

Örümcek Adam, hakkında pek de bir şey söylemeye gerek olmayan, hemen hemen hepimizin çizgi-romanlarından, çizgi filmlerinden veya 1981'den beri aralıklarla beyazperdeye yansıyan filmlerinden aşina olduğumuz bir süper kahraman. Sadece Marvel dünyasının değil, neredeyse bütün çizgi-roman dünyasının en sevilen kahramanlarından bir tanesidir kendisi. İlk defa 1962 yılında "Amazing Fantasy"nin 15. sayısında gözüken Örümcek Adam, o zamandan beri popülaritesinden ve kendisine duyulan sevgiden hiçbir şey kaybetmeden günümüze kadar gelmiştir. Tabii bundaki en büyük pay, kendisi bir süper kahraman olmasına rağmen sokaktaki insan gibi geçim sıkıntısı yaşaması, faturalarını yatıracak parayı bile zor denkleştirmesi ve yaşadığı diğer kişisel sorunlardır. Örümcek Adam olarak en kötü şartlarda ve en güçlü düşman karşısında bile espiriyi elden bırakmaması da bir başka etken (yoksa ölüme bile mizahi bir şekilde yaklaşabilmiş Gezi Parkı eylemlerinin arkasında Örümcek Adam ruhu mu var? Hiç, sanmıyorum. Yeni nesilin çizgi-romanı geçtik doğru dürüst kitaplar okuduğu bile yok; varsa yoksa vampirli kumpirli şeyler! Neyse yine de bu olasılığı iktidar duymasın!).
Amazing Spiderman-2, Sam Raimi'nin hakkını vererek yaptığı 3 serilik filmin ardından olayı sil baştan yaparak, bu sefer çizgi romandaki "Amazing Spiderman" serisinden Marc Webb'in uyarladığı yeni serinin ikinci filmi var karşımızda. Dediğimiz gibi artık Örümcek Adam üzerinde çok durmaya gerek duymadığımız için filmin "En güzel Yeri"ni sizlerle paylaşalım istedik...
İşte Amazing Spiderman-2/Örümcek Adam-2'nin en güzel yerleri:

- Frankensteinvari bir psikolojiye sahip Electro! Tıpkı Frankenstein'ın canavarı gibi aslında kötü biri olmayan Max Dillon, bir kaza sonucu Electro'ya dönüştükten sonra çevresinin kendisine gösterdiği güvensizlik nedeniyle 'kötü' karaktere dönüşüyor. Üstelik Electro da tıpkı Frankenstein gibi 'elektirik'le can buluyor.
Süper kötü adam çevresine böyle mi bakar be Electro'cum?

-- Finalde Yeşil Cin'in boşluğa bıraktığı Gwen'e ağ fırlatan Örümcek Adam'ın ağının ucunun, Gwen'in Örümcek Adam'a uzanan eline doğru "el" şeklinde uzanması! Hele bir de kamera buna yakın çekim giriyor ki, ağın ucunun parmak şeklinde açıldığını görüyorsunuz o zaman.
Evet, ne kadar umutsuzca bir uzanış değil mi?

--- Kapanış sahnesinde 5 aydır ortalarda olmayan Örümcek Adam yerine, Örümcek Adam kostümü içinde kalabalığın içinden çıkıp Rhino/Gergedan'ın karşısına dikilen ve ona kafa tutan küçük çocuk! Ve tabii bir süre sonra onun arkasında beliren Örümcek Adam. 
Cesaretin bedenlenmiş hali Rhino'nun karşısında...